Dıgıdık, dıgıdık, aymazlık

01 Ağustos 2021 Pazar

Bizdeki tarih kitaplarının “ordu”, Fransa’dakilerin “güruh” ya da “çapulcu sürüsü” anlamına gelen “Hordes” sözcüğüyle andığı Atilla’nın yağmacı kuvvetleri Paris kapılarına dayandığında takvimler 451 yılını gösteriyordu. Başkent yarı yarıya boşalmış, ahali menkul değerlerini yüklenip kaçmıştı. 

Avrupa’yı yakıp yıkan Atilla, Paris’e tereyağına giren kılıç gibi girip çıkabilirdi, ama bir süre sonra kuşatmayı kaldırıp gitti.

Acaba “Tanrı’nın gazabı” Atilla, o zamanlar da zengin ve ünlü Paris’i yağmalamaktan neden caymıştı? 

Sonradan azize ve Paris’in koruyucusu ilan edilen Genevieve, varsıllığı, dindarlığı ve 29 yaşına karşın bakireliğiyle tanınan bir hanımdı. Resmi mucize tarihi, zaten Bakire Genevieve diye anılan soylu kadının iki gün, iki gece duaya durup Tanrı’ya yakarışlarıyla Atilla’nın Paris’i istilasını önlediğini anlatır. Çok daha yaygın dedikodu tarihi ise Genevieve’in söz konusu iki gün, iki geceyi dua ederek değil, düpedüz Atilla’nın çadırında geçirdiğini söyler. 

ÇADIRLAR DİLE GELSE...

Sizin anlayacağınız, Atilla’nın dayandığı Paris kapılarından geri döndüğü tarihten yüzyıllar sonra, tam olarak 1711’de Prut’ta Rus ordusunu kuşatan bizim Baltacı Mehmed Paşa’nın Çariçe Katerina’yı çadırına ALDIKTAN sonra VERDİĞİ rücu kararı, aslında muktedir erkeklere musallat olan bir “Atilla Sendromu”ndan ibarettir. 

Ne kadar hayret vericidir ki, Türklüğü yadsıyan Osmanlılar dahil, antik Anadolu halklarıyla karışan ve gerek morfolojik, gerekse genetik anlamda Orta Asyalı insan tipiyle hiçbir ilgisi kalmayan Türkler, “Bozkır Belleği” diyebileceğimiz göçebe kültürün doğal kural ve içgüdülerini, her ahval ve şeraitte korumuşlardır. 

Bu kurallardan birincisi, güçlünün haklı olduğu ve zaten hak kavramının güç (yani iktidar) tarafından belirlendiği prensibidir. 

SAYGIN ZORBALIK 

Hiçbir Türk devlet ve toplum yapısında, gözeneksiz sınıflaşmalar olmamıştır. Evet, sınıflar vardır, ancak birleşik kaplar sistemi içinde alışveriştedirler. Selçuklu’dan Osmanlı’ya, en alt sınıflardan yola çıkıp en üst rütbelere erişilebilir; en üst rütbelerden en aşağılara düşülebilir, bir günde paşalık alınır, bir günde verilir, iki saatte servet sahibi olunur, iki saatte yitirilir, bu arada ve özellikle Osmanlı’da kelle de gidebilir!

Gücün güce yettiği, hakkın güç tarafından belirlendiği bu sistem, Türkiye Cumhuriyeti’nde değişmiş midir? Hayır. Hiç yoktan var olanlarla, çok varken hiç olanların halef selefliğine çok alışık ve idmanlı bir ülkedir, Türkiye. 

Bozkır belleğinde taşıdığımız ve kuşaktan kuşağa aktardığımız ikinci kural ise “güçlü haklıdır” prensibinin kabulüne sıkı sıkıya bağlı, içgüdüsel bir yaklaşımdır: Gücü yeten zorbanın zorbalığı, saygındır!

DEVLET Mİ HAYDUTTAN, HAYDUT MU DEVLETTEN ÇIKAR?

Dün Atilla’nın marifetleriyle nasıl övünüyorsak, fetih de dediğimiz istila yoluyla yağma, talan ve haraç ekonomisi üzerine kurulu imparatorluğumuzun kaba güce dayalı üstünlüğüyle nasıl gurur duyuyorsak; bugün büyük çaplı hırsızlara, kalantor çapulculuğa, mafya babalığına aynı saygıyı gösteriyor, kiralık katilleri “milli değer” ilan etmekte beis görmüyoruz. 

Dün Osmanlı, korsanlar arasında en başarılı korsan Barbaros’u nasıl kaptan-ı deryalığa terfi ettirdiyse, bugün devletin kiralık katili Abdullah Çatlı gibileri de milli kahraman payesine yükseltiliyor ve büyük hırsızlar, devletin en yüksek kademesindeki “aile fotoğrafı”na girebiliyorlar, tabii. 

UYUMLU VE KİMLİKSİZ

Göçebeliğin yoksul kültüründen koruduğumuz en şaşırtıcı özellik ise bukalemun yeteneğimiz. Bu yetenek, hem her tür yenilik ve değişime ayak uydurmamızı sağlıyor hem de geçmişten geleceğe sürüklediğimiz bir kimliksizliği sergiliyor. 

Kimisi Araplıkta arıyor kimliğini, kimi Amerikalılıkta buluyor, kimi de Türklüğü ve İslamiyet’i Ergenekon efsanesiyle buluşturmak peşinde. Gözeneksiz sınıflaşma, asıl şimdilerde oluşuyor Türk toplumunda. Eğreti kimlik katmanları kendi aralarında örgütleniyor ve ortak değer yok. Cumhuriyetin yaratmaya çalıştığı millet kavramı, İslami ümmetçilik önünde gerilemeye başladığından bu yana, toplumsal anlamda ortak değer kalmadı! 

Her şeyin hiçbir şey anlamına geldiği bir dönemeçte, bakalım kimin gücü kime yetecek ve hangi muktedirin zorbalık hakkına teslim olacağız.* 

ŞARK CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK

Siz değerli okurlarıma, üç hafta önce başlayıp bu makaleyle biten Atilla konulu diziyi, yirmi bir yıl önce yazıp yayımladığımı belirtmiştim. 

Yukarıda okuduğunuz satırlarda, koyun Alaattin Çakıcı’nın yerine Sedat Peker’i, ulusal kahramanlarımız hiç değişmedi, zaten hiçbir şey değişmedi!

Çünkü yanlış rol modelleri peşinde hep yanlış yoldan gidilir ve daima yanlış yere varılır. 

Atatürk, işte bu yağma ve talan geleneğini bitirmek için Türklerin Bozkır belleğini silip Anadolu Türklüğünü Troya’ya, Sümerlere, Etilere, yani Avrupa uygarlığının bu topraklardaki kültürel kökenine bağlamaya çalışmıştır. 

Aynı çabayı 1453’ten sonra Fatih Sultan Mehmet de harcamıştı. Fatih’in minyatür sanatını bir yana itip portresini İtalyan ressam Bellini’ye yaptırması, Konstantinopolis Rum Patrikliği’ne verdiği devlet statüsü ve daha pek çok girişimi, kültürel anlamda Avrupa’yı örnek aldığını gösterir. 

FATİH VE ATATÜRK’ÜN ÜLKÜ ORTAKLIĞI

Atatürk’ün Çanakkale Zaferi’ne ilişkin “(Troyalı) Hektor’un intikamını aldık!” yorumu; Fatih’in Papa II. Pius’a yazdığı mektupta Türklerin Troyalı soyundan geldiği ve Hektor’un intikamını almakla yükümlü olduğu iddiasının hem devamı hem de iki önderin aynı ülküyü paylaştıklarının kanıtıdır.    

Ama ne Fatih ne de Atatürk, önderlik ettikleri toplumda zorbalığı ve soygunu yücelten o Bozkır belleğiyle başa çıkabildi. 

Oysa Türkiye’nin, o bellek silinmeden, birinin ötekinin hakkını yemediği bir ülke haline gelmesi olanaksız. 


*16 Ocak 2000 tarihli Radikal gazetesinde yayımlandı.          



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kıyamete hazırlık 14 Nisan 2024
Kibir ve kir 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları