Günümüzde tümüyle dijital bir çatlağın içinde yaşayan insanlar var. “Paylaşılmamış anlar yaşanmamıştır” diye düşünen, benliklerini kayıt, dolaşım ve anlık geri bildirim üzerine inşa eden, beğenilerin ve yorumların gölgesinde görünür ama derinden yalnız bir hayat süren insanlar. Giderek çoğalan bir insan türü bu. Onlar için dijital ve fiziksel olan arasında tersinmiş bir durum var; artık fiziksel olan dijital olanı değil dijital olan fiziksel olanı belirliyor.
Çoğu kesim, Z ve T kuşaklarını böyle olmakla suçluyor, ancak gerçekte bu insanlara karşı en büyük mücadeleyi Z ve T kuşakları veriyor!
SIVILAŞMIŞ BENLİKLER
Dijital çağla birlikte gelen kendini ifade etme araçlarındaki artış, sunduğu özgürlük olanaklarının yanı sıra ciddi bir görünür olma baskısı da getirdi. Bu baskı, özgürleştirici olanakların aksine pek çok varoluşsal çatlaklara da yol açıyor. Ve pek çok insan bu çatlakları kişisel çıkarları için kullanıyor, pek çok insan da fark bile etmeden bu çatlakların içinde kaybolup giden hayatlar yaşıyor. İşte bu insanlar için benlik değeri, dış onay mekanizmalarının terazisinde ölçülüyor. Bir paylaşımın aldığı beğeni özgüvenin nabzını tutarken sosyal hayat, perdeleri asla kapanmayan bir tiyatro sahnesine dönüşüyor. “Nasıl görünüyorum? Nasıl anlaşılıyorum?” gibi sorular, benliğin sürekli yankılanan temel sorusu haline geliyor. Bu sonsuz performans, bireyi içsel bir bütünlükten uzaklaştırarak “yalnız ama görünür” olmanın yakıcı çelişkisine hapsediyor.
Bir benlik, içine girdiği her kabın şeklini alan bir sıvı gibi varolabilir mi? Ontolojik olarak hayır. Ancak bu insanlar için bu mümkün; çünkü aynı anda TikTok’ta komedyen, Linkedin’de profesyonel, Instagram’da küratör, X’de filozof olabiliyorlar. Ve bu halleri aynı anda olmak asla bir çelişki değil onlar için, aksine bir tür yeni doğallık! Çünkü kararlı, istikrarlı ve bütünlüklü bir yapı olan benliği; dilediklerinde silip dilediklerinde yeniden yazabildikleri bir yazılım, alınıp satılabilen bir araç gibi kullanıyorlar. “Ben” diye tek bir şeyleri yok, bolca “ben”ler içinde yaşıyorlar; her yerde her şekilde görünebilen çeşit çeşit “ben”ler…
BİR KUŞAK MESELESİ DEĞİL, BİR VAROLUŞ BİÇİMİ
Hayır, bu yalnızca 1997–2012 arasında doğan Z kuşağı ile 2012 sonrası dünyaya gelen T kuşağının meselesi değil! Bir kuşak meselesi değil bu, bir seçim meselesi! Bu, benliğini dijital dünyanın akışkanlığına terk eden her bireyi etkileyen, kuşaklar ötesi bir varoluş biçimi. X ve Y kuşağından yüzbinlerce insan da bu dijital çatlakların içinde yaşıyor. Bu yüzden mesele, bir doğum tarihinden ziyade, bu sıvı benlik paradigmasını içselleştirmiş olmakta yatıyor.
Nitekim aceleci psikologlar ve sosyologların iddia ettiklerinin aksine Z kuşağı, dijitalleşen bu varoluş biçimlerine karşı insanlık adına tarihi bir mücadele veriyor. Evet, Z ve T kuşaklarının bu varoluş biçiminin en çok rastlanan figürleri oldukları doğrudur. Doğrudur, çünkü onlar bu dünyanın içine doğdu, bu dünyayı var etmediler; bu yüzden bu varoluş biçimlerinin en keskin eleştirisini de onlar yapıyor, en keskin mücadeleyi de onlar veriyor!
Sözgelimi, Z kuşağı bunu ülkemizin tarihindeki en onurlu mücadelelerden biri olan Gezi Direnişiyle gösterdi. Ve açık bir şekilde görüyoruz ki dünya çapında bugün, dijital benliğin kırılganlığı ve performans dayatmasıyla en yoğun şekilde Z ve T kuşakları mücadele ediyor! Üstelik bunu yine dijital araçları kullanarak yapıyorlar. Muazzam bir başarı bu! Şu hâlde, yine aceleci psikologların önerdikleri dijital detoks gibi tuhaf çözümler üretmek yerine dijital dengeyi bulan bu kuşağın insanlarını örnek almalıyız. Çünkü çözüm, bu dijital dünyanın içinde ya da dışında konumlanmaktan değil sürdürülebilir bir dijital dengeyi sağlayabilmekten geçiyor.
İnsan ve hayvan hakları, iklim krizi, barış ve adalet için dünya genelinde yükselen eylemlerin odağında bu dijital çatlakların içine hapsolan Z ve T kuşaklarından kimseler olmadığı gibi dijital detoks savunucusu pek bilmiş, kibirli X ve Y kuşaklarından kimseler de yok! Sadece ve sadece dijital dengeyi sağlayabilen insanlar var! Ama en çok da hem bu toksik sistemin içine doğan hem de onun en etkili eleştirmenleri olabilmeyi başaran Z ve T kuşaklarından insanlar var. İşte bu esas, meselenin basit kuşak analizlerini aştığının en net kanıtı.
BELİRSİZ SUÇLAMALARIN YERİNE MÜCADELEYE KATILMAK
Artık, ucuz felsefeler yapıp, yeni kuşakları suçlamaktan derhal vazgeçmek zorundayız. Zırvalamamak zorundayız! Sonuçta, bugün tanık olduğumuz şey, sıvılaşmış, akışkan ya da esnek olarak olumlanan bir benlik anlayışının yükselişi değil sadece; böyle bir benlik anlayışına karşı verilen ciddi bir mücadelenin de yükselişidir. Benliklerini kendi içsel bütünlüklerinden koparmaya zorlanıp dışsal onay mekanizmalarına bağımlı kılınmaya çalışılan, kendilerini sürekli güncellenen bir yazılım olarak kurgulamaya zorlanan bir kuşağın, derin bir varoluşsal güvenceden yoksun kalacaklarını anladıkları an vermeye başladıkları bir mücadelenin yükselişi.
Böyle bir zamanda, Z kuşağı yetişkinliğin sularında yüzerken T kuşağı tam da bu dijital denizin içine doğmuş durumda. Her birinin ihtiyaçları farklı, zorlukları farklı; ama ikisi de aynı mücadelenin içinde. X ve Y kuşaklarının bu mücadeleye tanıklık etmekten çok daha fazlasını yapması gerekiyor. Mücadeleye katılmak ve onlarla olmak! Çünkü mücadele kültürü, bir kuşağın değil, tüm kuşakların sorumluluğunu gerektirir.
***
Bu cumartesi Ankara CUMOK ve Cumhuriyet Kitapları iş birliğiyle, yaşamı boyunca laiklik ve kadın hakları mücadelesi veren Bahriye Üçok anısına düzenlenen söyleşide konuşmacı olarak bulunacağım. ATO Congresium’daki Phasalis Salonundaki söyleşi saat 15.00’te.