Politika üretimi, derinlemesine düşünülmüş temel ilkeler etrafında şekillenen bir süreçtir. Bugün ülkemizdeki politika üretimleri böyle bir süreç olmaktan çıkarılıp anlık gelişmelere verilen tepkilere hapsedilmeye zorlanıyor. Kasıtlı olarak yapılıyor bu: faşizm meraklısı bir iktidar ve şürekasının zihinleri allak bullak ederek ‘demos’u (halkı) teslim alma girişimi.
Defalarca dile getirdiğim gibi bugün açık, apaçık bir faşizm yaşıyoruz. Kuşkusuz 21. yüzyıla özgü bir faşizm bu. Hukukun linç edildiği ve linç edilen bu hukuk tarafından iktidara muhalif kim varsa bir bir tutuklanıp hapse atıldığı, muhalif her kuruma tek tek kayyım atanarak el konulduğu bir dönem. Öyle ki, seçimle gelmiş belediye başkanları bunun en başında yer alıyor; belediye başkanları iddianame olmadan tutuklanırken belediye yönetimlerine ikiyüzlülük transferleri ya da meclis aritmetiği üzerinden el konuyor.
Peki, böyle bir dönemde ne yapmalıyız? Bu yakıcı soruya derhal yanıt vermek gerekiyor ve bu yanıtın asla sadece sözde kalan, gölgelere nutuklar atan bir şekilde değil, bizzat eylemde kendini gösteren, eylemle kendini var eden bir şekilde verilmesi gerekiyor.
EYLEMEYİ ÖĞRENMEK
21. yüzyılın ilk çeyreğini bitirmek üzereyiz. Yani faşizmle ilk kez tanışmıyoruz, onun ne olduğunu 1930’ların ve 1940’ların İtalya’sından, Almanya’sından ve çok daha uzun ömürlü bir şekilde ayakta kalmış İspanya’dan gayet iyi biliyoruz. Şu hâlde, ona karşı ne yapmamız gerektiğini de gayet iyi biliyoruz demektir, çünkü gayet yeterli çözümlemeler yapıldı bu konuda. Demek ki, tek yapmamız gereken, hatırlamak ve hatırlatmak!
Hatırlayalım; faşizm, korkudan beslenir, herkesi korku hapishanesine tıkmak için canhıraş bir şekilde çalışır. Burada korku hapishanesi hem fiziksel hem de zihinsel bir hapishanedir. Fiziksel hapishanelerin ne şekilde kullanıldığına bugün fazlasıyla tanık oluyoruz. Ancak zihinsel hapishaneleri de hatırlamamız gerekiyor, her bir duyarlı yurttaşın içine tıkılmaya çalışıldığı zihinsel hapishaneleri.
Hatırlamamız gerekiyor; Mussolini, Hitler, Franco dönemleri bittikten sonra bu dönemleri sorgulayan insanlar, en yakıcı sorularını faşist yönetimde yer almış, faşizme destek olmuş kimselere değil, faşizm altında korkmuş, pısıp kalmış ve sesini çıkarmamış filozoflara, aydınlara, yazarlara, gazetecilere, akademisyenlere ve toplumun önde gelen eğitimli insanlarına sormuştu. Haklı bir soruydu bu! Eğitimli insanlar, yani ne olup bittiğini bilen bu insanlar, nasıl olur da faşist bir yönetime karşı halkı aydınlatmaz, tek bir bildirge yayımlamaz, tek bir eylemde bulunmaz, verilen mücadeleye katkı sağlamazdı. Ve faşizm dönemi bittikten sonra, hiçbir şey olmamış gibi yine felsefe yapmaya, romanlar, şiirler, öyküler yazmaya, gazetecilik mesleğini sürdürmeye devam edebilirlerdi, etmişlerdi?..
Yanıt basit, çünkü bir araya gelmeyi başaramamışlardı. Politikacılar filozofları, yazarlar akademisyenleri, akademisyenler aydınları tanımıyorlardı. Birbirleriyle yan yana gelmeyi başaramıyorlardı. Yani tam da faşizmin istediği bölünmüşlüğü, uzaklığı yaşıyorlardı. Bugün bir yönüyle Türkiye’de yaşadığımız da bu değil mi? Filozoflar politikacıları, yazarlar akademisyenleri, akademisyenler aydınları ne denli tanıyor gerçekten? Sözgelimi, bugün bu ülkenin filozofları kimlerdir sorusuna hangi gazeteci doğru yanıtları verebiliyor? Ve tersine filozoflarımız bugün mücadele veren gazetecileri ne kadar tanıyor? Hangi politikacı ülkenin aydınlarını işitebiliyor? Ve hangi akademisyen güncel politikada ne olup bittiğinden gerçekten haberdar bir şekilde yaşıyor?
Bir ülkenin en belirleyici aktörleri olan bu insanların birbirlerine temas etmedikleri noktada kendi alanları dışında ne denli sığlaşıp ne denli azaldığını görmek zorundayız! Bu sığlaşmayı ve azalmayı durdurmak ve derinleşip çoğalmak için bu insanları yan yana getirmek zorundayız! İşte bunu yapması gereken de demokratik sivil toplum örgütleridir.
***
Böyle bir yazıyı kaleme alan kişinin bu yazıyı kaleme alma hakkını taşıması gerekir. Bu yüzden bu yazıyı yazma hakkını elde etmek için yani “sadece sözde kalan, gölgelere nutuklar atan bir şekilde değil, bizzat eylemde kendini gösteren, eylemle kendini var eden bir şekilde” hareket etmek adına yönetim kurulu başkanı olduğum Felsefe Kültür Sanat Derneği’nin (FKSD) geçen cumartesi yaptığı “Demokrasi’nin ‘demos’u” başlıklı sempozyum da buna bir örnek oluşturmak hayata geçirilmiştir.
Bir kültür kenti olan Muğla’da, FKSD’nin Muğla Büyükşehir Belediyesi ile “düşünme aralıkları” açmak için gerçekleştirdiği bu sempozyumun tüm demokratik sivil toplum örgütlerine örnek olmasını diliyorum!
Ve bu vesileyle bir kez daha böyle bir sempozyumda bizlerle bilgi, birikim ve duyarlılıklarını paylaşan değerli konuklarımıza, etkinliğin düzenlenmesi sürecinde emek sarf eden belediye çalışanlarına, sempozyumu gün boyu takip eden Muğla milletvekillerine, ilgileriyle etkinliğimizi var kılan tüm katılımcılara, etkinlik için sorumluluk üstlenen tüm FKSD üyelerine, nihayetinde bu etkinliğin düzenlenmesini sağlayan Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı sayın Ahmet Aras'a ve etkinliğimize destek veren Menteşe Belediye Başkanı sayın Gonca Köksal-Aras’a FKSD adına bir kez daha teşekkür ediyorum!
Düşünme aralıklarımızın çoğalması ve düşünme olanaklarımızın artması dileğiyle...