21. yüzyıl Türkiye’sinde kendi içinde kısmen ayrışan cumhuriyet karşıtı politik çizgileri ilk kez birleşmiş bir şekilde buluyoruz karşımızda: AKP, MHP, DEM, PKK ve diğerleri…
Durup durup varoluşsal bir tehdit algısı yayarak politikasızlığı politika olarak dayatan ve sahteliği apaçık olmasına rağmen “Terörsüz Türkiye” adlı bir süreç var edip sözde bir “dostlar topluluğu” oluşturan, her politik yapıyı bu topluluğun içinde boğmaya çalışan, bu tutarsız topluluklarına dahil olmayanları tutarsızlıkla itham ederek kendi tutarsızlıklarını örtbas edebileceğini sanan, her muhalif söylemi kendi çizgisinde hizaya çekmeye çabalayan bu girişimi derhal anlamak ve anlatmak zorundayız!
Yoksa yıllarca yaşadığımız gibi yine iktidarın belirlediği gündem ve kavram setleriyle hareket etmek zorunda kalır ve böylece kendi politik pozisyonumuzu yitirerek nihayetinde bugün pek çok kesimin ve ismin içine düştüğü ve pek çok kesimin ve ismin de içine düşmeye başladığı gibi iktidarın bir aparatı olmak dışında hiçbir sonuç üretmeyecek olan politik bir açmazla baş başa kalırız!
Çünkü “aynı çizgi” çoğu zaman farklı politik düşüncelerin gönüllü bir uzlaşısı değil, hegemonik bir gücün tüm politik alanı kendi lehine yeniden yapılandırmasının ve muhalefeti kendi içinde eritmesinin bir adıdır!
Peki, kısa bir zaman öncesine kadar asla yan yana gelebilecekleri düşünülmeyen AKP, MHP, DEM, PKK ve diğer kesimleri bugün “aynı çizgi”ye getiren şey nedir?
HEGEMONİK TUZAĞIN TARİHİ KÖKENLERİ
Felsefe tarihi, yalnızca birbirini takip eden düşüncelerin değil, aynı zamanda birbirine keskin bir şekilde karşı duran düşüncelerin de tarihidir. Ünlü filozoflar arasındaki bazı polemikler, yüzyıllar boyunca düşünce dünyasının ana damarlarını belirlemekle kalmaz, sosyopolitik sonuçlar da doğurur. Nitekim, bugün yaşadığımız pek çok gerilimin kökenini, bu tarihî polemiklerin gölgesinde şekillenen düşüncelerde görebiliriz.
Bu polemiklere ilkçağda Sokrates, Platon, Aristoteles üçlüsüyle sofistler, orta çağda Pelagius ile Augustinus, Fransız Devrimi sürecinde Edmund Burke ile Thomas Paine ve 19. yüzyılda Pierre-Joseph Proudhon ile Karl Marx arasındaki ünlü tartışmalar örnek verilebilir.
Ancak ülkemiz adına bugünümüzde etkisini gösteren en önemli polemik kuşkusuz ki 11. ve 12. yüzyıllarda Gazali ve İbn Rüşd arasında yaşanandır.
Hayatının büyük kısmını, başta Büyük Selçuklu veziri Nizâmülmülk gibi isimlerin desteğiyle dönemin entelektüel merkezlerinden Nişabur, Bağdat ve Şam gibi kentlerde müderrislik yaparak geçiren Gazali, bilhassa Farabi ve İbn Sina gibi isimlerin eserleri sayesinde felsefenin oldukça değer gördüğü bir çağda yaşadı. Ancak düşünsel gelişiminin bir aşamasında felsefi düşüncenin yaygınlaşmasını İslam için varoluşsal bir tehdit olarak algıladı ve 1095 dolaylarında filozofları tutarsızlıkla suçladığı ünlü eseri Tehâfütü’l Felâsife’yi (Filozofların Tutarsızlığı) kaleme aldı.
İçerik bakımından oldukça sığ ve vasat olan bu eser, bu sığlığına rağmen kullandığı yöntem bakımından bir hayli yetkin ve etkileyicidir. Yetkin ve etkileyicidir, çünkü Gazali, filozofları başka bir şekilde değil de (sözgelimi bir mütekellim gibi değil de) ironik bir pozisyon alarak filozofça bir eleştiriye tabi tutmuştur. Neticede bu eser İslam coğrafyasında politik açıdan oldukça kullanışlı olmasından dolayı giderek artan bir etkiye sahip olur ve bu etkisini günümüze dek taşımayı sürdürür.
Gazali’nin ölümünden 15 yıl sonra Kurtuba’da, yani Gazali’nin yaşadığı yerlerden çok çok uzakta bir yerde dünyaya gelen İbni Rüşd ise, Gazali’nin düşüncelerinin etkisini açık bir şekilde deneyimlediği bir hayatın içinden geçer. Bu yüzden felsefenin, aklın ve bilimin ciddi bir tehdit altında olduğunu fark ederek yaklaşık bir asır sonra, 1180 civarlarında, Tehâfütü’l Felâsife’ye (Filozofların Tutarsızlığı) çarpıcı bir başlıkla yanıt verir: Tehâfüt et-Tehâfüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı). Gazali’nin filozofların düşüncelerini karikatürize ederek çarpıttığını açık bir şekilde göstermek için onun eserindeki 20 meselenin tümünü tek tek alıntılayarak yanıtlayan İbn Rüşd’ün bu eseri de en az Gazali’nin eseri kadar büyük bir etki oluşturur. Ancak bu etki, Ortadoğu yerine bugün Batı diye tabir ettiğimiz dünyada kendini gösterir. Ki bu yüzden, pek çok tarihçi tarafından İbn Rüşd’ün düşünceleri Rönesans’ı hazırlayan başat temellerden birisi olarak kabul edilir.
NEREDEYSE BİN YIL SONRA AYNI POLEMİK!
Bugün Türkiye’de ve daha geniş bir şekilde Ortadoğu coğrafyasında karşılaştığımız pek çok gerilimi, bu neredeyse bin yıllık kırılmanın güncel yansımaları olarak görebiliriz. Her ne kadar bugün filozoflar bambaşka konuları tartışsa da bu polemiğin özünde yatan yaklaşımların politik sonuçları halen varlığını sürdürmektedir. Ki bu bağlamda, cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte hayata geçirilen modernleşme projesini özünde İbn Rüşd’ün savunduğu akılcı ve felsefî çizgiyi takip eden bir proje olarak nitelemek hiç de yanlış olmaz. Ve aksine, bu projeye karşı çıkanların oluşturduğu çizgilerin de Gazali’nin sorgulama yerine itaati esas alan düşünce çizgisinin güncellenmiş halleri olduğu çok açıktır.
Nitekim, henüz Osmanlı’nın yıkılışı ile cumhuriyetin kuruluş sürecinde çeşitli isimlerin bünyesinde somutlaşan düşünce ve eylem yapıları da bu tespiti destekler. Sözgelimi Osmanlı’nın son şeyhülislamlarından Mustafa Sabri açıkça Gazali’yi referans alarak modernizme ve felsefi akla karşı çıkar. Said Nursi, kelamcı yöntemle bilimi İslamileştirmeye çalışır. Şeyh Sait, hilafet ve şeriat talebiyle bir ayaklanmaya girişir.
Bunların hepsi, farklı farklı biçimlerde Gazali’nin filozoflara karşı açtığı cephenin 20. yüzyıl versiyonlarıdır! Nitekim bugünkü AKP, MHP, DEM, PKK ve diğerlerini tek bir çizgide buluşturan düşünce zemini de tam bu versiyonların birleştirilmiş halinden başka bir şey değildir!
***
Tarih, büyük polemiklerin de tarihidir. Ve biz Türkiye olarak yüzyıl önce yaptığımız devrimle o en büyük polemikten birinin hangi tarafında yer aldığımıza net bir şekilde karar verdik! Şimdi bu kararı tutarsızlıkla suçlayanlar, aslında tutarsız olanın ta kendileridir!