Eleştiri, demokrasi kültürünün vazgeçilmezidir, her fırsatta geliştirilmelidir. Ne yazık ki ülkemizdeki bazı isimler, bu kültürü geliştirmek yerine demagojiyi tercih ediyor.
Bu yazı, eleştiriye argümanla değil, hakaretle karşılık veren bir zihniyetin somut örneğini göstermek için kaleme alınmıştır. Makul bir açımlama yapmak için yazının biraz uzunca olduğunu baştan belirteyim.
TARTIŞMAK YERİNE SALDIRMAK
Cumhuriyet Gazetesi Yayın Kurulu Üyesi Zülâl Kalkandelen, 15 Ağustos tarihli yazısında “CHP seçmeninin aslında %80’ine yakını bu sürece olumlu bakıyor, destek veriyor” diyen Merdan Yanardağ’ı eleştirdi ve bu iddianın aksini gösteren araştırma verilerini paylaştı. Yanardağ da Tele1’in internet sitesinde aynı araştırmadan söz ettiğini belirten bir yanıt verdi Kalkandelen’e.
Şimdi, önümüzde iki yazı ve sözü edilen araştırma var. Bu durumda kimin haklı kimin haksız olduğunu her birimiz kendi başımıza tespit edebiliriz –ne de olsa her birimiz akıl sahibi insanlardan biri olarak yaşıyoruz!
Durum bu kadar basit. Basit olmayan kısımsa “tarihsel materyalist bir perspektiften bakan, yurtsever ve sosyalist bir gazeteci olarak konuyu ele” aldığını belirten Yanardağ’ın “derin” bir analiz yaptığını öne sürerek itham ve hakaret dolu bir yanıt vermiş olması!
DERİN BİR OKUMA MI, YOKSA ZIRVALIK MI?
Kalkandelen, yazısında Gündemar araştırmasına göre CHP seçmenlerinin sürece desteğinin %11 olduğunu söylüyor. Araştırmaya bakıyoruz, veri doğrulanıyor. Yani Kalkandelen, doğru olan veriyi sunuyor. Veriyi çarpıtmıyor, “derin” bir okuma da yapmıyor, olanı olduğu gibi aktarıp düşüncelerini ifade ediyor.
Yanardağ ise aksine CHP seçmeninin yaklaşık %80’inin sürece “olumlu” baktığını savunarak Kalkandelen’i sözlerini bağlamından koparmakla suçluyor. Bu şekilde kendi bakış açısını CHP seçmeninin bir çözüme karşı olmadığını belirterek açıklamaya çalışıyor. Kendi ifadesiyle araştırmayı “anlama” ve “anlamlandırma” biçimi bu. Ki bu noktada sözlerindeki en kritik bölümün “Çünkü insanlar barış ve demokratikleşmeye ilkesel olarak karşı değiller” olduğunu belirtiyor.
Gelgelelim Yanardağ’ın ifadeleri birbirine eklemlenebilir bir argüman zinciri oluşturmuyor! Şöyle açıklayayım: “İlke olarak iyileşmeye karşı değilim. Ancak bu tedavi yöntemini onaylamıyorum” dediğimde ne demiş olurum? Böyle söyleyerek önerilen tedaviyi “olumlu” mu bulmuş olurum? Yanardağ’ın argüman zincirine göre evet!
Bir başka örnek daha vereyim: “Halkın %80’i depreme dayanıklı binalarda yaşamak istiyor” demek, “Halkın %80’i yeni deprem yasasına olumlu bakıyor” anlamına mı gelir? Böyle bir “okuma” yaparak “derin” bir şekilde mi bakmış oluruz konuya?
Yanardağ, “Gazetecilik matematiği olan bir meslektir” diyerek mesleki üstünlüğünü göstermeye çalışırken %80 gibi çarpıcı bir oranı verilerle destekleme gereği duymadığı gibi, CHP seçmeninin “sürece değil, mevcut yönteme şüpheyle baktığı”nı vurgulayarak yukarıdaki paralojik düşünme zemininde de ısrar ediyor!
Ciddi olalım! Bu noktada daha önce “Ben Marxist değilim!” adlı yazımda dile getirdiğim zırvalama meselesini burada yeniden açıklamak istemiyorum. Ki yukarıdaki örnekler akıl sahibi her varlık tarafından yeterli açıklamayı sunmuştur ve net bir şekilde anlaşılabilir durumdadır diye düşünüyorum. Bununla birlikte zırvalama meselesine ilişkin düşüncelerimi ilgililer sözünü ettiğim yazıma ayrıca bakarak inceleyebilir.
Öte yandan Yanardağ’ın iktidarın bu süreci kendi ömrünü uzatmak için kullandığının farkında olduğunu belirttiği ve şayet bu sorunu kendi içimizde çözmezsek emperyalistlerin bir çözüm üreteceğine ilişkin düşünceleri elbette tartışılabilir. Ancak bir tartışma, tartışma zemininde kalındıkça devam ettirilir, itham ve hakaretler yağdırıp zırvalayarak devam ettirilmez!
GERÇEKLİK, BÜTÜNLÜK VE BAĞLAM MESELESİ
Kalkandelen’i, söylediklerini anlamamakla itham eden Yanardağ, kendi düşüncelerine bir bütün ve bağlamı içinde bakılması gerektiğini söylüyor. Bunun için Foucault’dan “Bağlamı olmayan gerçeklik yoktur” ve Hegel’den “Gerçek olan bütündür” diye alıntılar yapıyor.
Görünen o ki, Yanardağ, Hegel’in karmaşık felsefi sistemi içinde mutlak gerçeğin son aşamada kendini bütün olarak açığa vurduğunu belirtmek için tarihsel süreçlerin diyalektik birliğini ifade etme noktasında kullandığı kavramı, politik bir tartışmada “Bir konuya bütüncül bakmalısın” anlamında kullanıyor.
Hadi buna yanlış anlama diyelim –ki felsefi bir metni anlamada zorlanmak çok olağan bir durumdur.
Peki, Bilginin Arkeolojisi ile Kelimeler ve Şeyler gibi eserlerinde her söylemin anlamının onu üreten söylemsel pratikler ile tarihsel koşullar olmadan düşünülemeyeceği üzerine argümanlar sunan Foucault’dan yapılan alıntıya ne diyeceğiz? Kendi adıma filozofun doğrudan böyle bir sözü olduğuna ilişkin güçlü kuşkulara sahibim! Gerçekte Foucault’nun böyle bir cümle kurmamış olması ve alıntının titiz bir felsefi analizi yüzeysel bir şekilde özetlemeye çalışan uydurma bir söz olması çok muhtemel! Çünkü Foucault da metinlerinde “Söylediklerimi bağlamı içinde anlamalısın” gibi bir şeyden söz etmez –bağlamların söylemleri nasıl düzenlediğinden, nasıl etkilediğinden, nasıl belirlediğinden vb şeylerden söz eder!
Elbette bu da eksik bir okuma olabilir. Ancak neticede, Foucault’yu “bağlam” vurgusuyla anan Yanardağ, onun düşüncesini bağlamından koparıp Hegel’in sözünü de bağlamından saptırmakla ne yapmış oluyor acaba? Tartışmaya entelektüel derinlik katmak yerine yüzeysel soslar eklemek dışında ne yapmış oluyor?
Politik polemiklerde felsefi referans kullanırken bağlama sadık kalmanın da etik bir tutum olması gerekir. Aksi haller, elbette ki zırvalamadır.
SONUÇ: GERÇEKLER, HAKARETLER VE ZİHNİYET
Sonuçta Kalkandelen’in eleştirisi somut verilerle uyumluyken, Yanardağ’ın iddiası desteksizdir ve geriye sadece yapılan hakaretler kalmıştır.
Yanardağ’ın kendisine yöneltilen eleştirilere karşı daha önce de benzer bir zihniyetle hareket ettiğini gördük. Canlı yayında gördük, birkaç kez gördük! Ki, Yanardağ gibi pek çok isimde de görüyoruz bu zihniyeti, maalesef görmeye de devam edeceğiz gibi...
Peki kimin gazeteci, kimin gazeteci olmadığına ilişkin pek bir üst perdeden konuşan, ülkenin en köklü ve en saygın gazetesinin yayın kuruluna ayar vermeye çalışan bu yaklaşımı nereye koyacağız şimdi? Etrafımızı saran, hakareti bir hak, üstten konuşmayı bir marifet sanan bu zihniyetlerle ne yapacağız?
Ki bu zihniyeti çok iyi tanıyoruz bizler! Hani, “Nasıl olur da özgürlüğü, eşitliği, kardeşliği savunan bir insan böyle sözler söyleyebilir, böyle birine dönüşebilir?” diye merak eder ya bazı insanlar, işte tam da böyle oluyor! O pek bir sol insanların ağzından hiç düşürmediği diyalektik süreç tam da böyle işliyor!
Kendi gibi düşünmeyenleri faşist, ırkçı, şoven ilan ediyorlar hemen, yetmiyor onları örtük ya da açık bir şekilde tehdit ediyorlar. Tıpkı, kendisine oy vermeyenleri, kendisi gibi olmayanları terörist ilan eden birileri gibi! Ne kadar da benziyor değil mi!!!
Üzerine giydikleri bir tişörtle kendilerinden geçen, hiçbir eleştiriyi işitmek istemeyen, zamanla kendini eleştiren her insanı etrafından uzaklaştıran, yapabiliyorsa mahkûm eden, tıpkı “şahsım devleti” diyalektiği gibi, kendini bir kanalın kurucusu değil o kanalın kendisi sanmaya başlayan insanlar böyle oluşuyor, böyle oluyor işte!
Diyalektik, hayatlarımızın içinde tam da böyle işliyor!
Benzerlikleri titizce düşünün! Etrafınıza bakın ve böyle insanların zihin durumlarını, tavırlarını tek tek masaya yatırın.
Kendi gibi düşünmeyenlere “çeneni kapa!” diyerek had bildirmeye çalışan bu kişilerin bu tavırları, makro faşizmle aynı diyalektik süreci paylaşır: eleştiriyi susturmak, kendi görüşünü mutlak doğru ilan etmek. İşte bu mikro faşizmler, en çok da sol içinde kendini gösterdiğinde trajiktir.
***
Eleştirinin sesi kısıldıkça, yarınlarımız bugünün açık faşizminin farklı bir versiyonundan başka bir şey olmaz! Bu yüzden, hakareti meşru bir yöntem olarak gören herkese, özellikle de en yakınındakiler tarafından derhal ve net bir şekilde tepki gösterilmelidir. Aksi, zırvalamanın yaygınlaşması olur!