Bir toplumun dili, eğitimi, sağlığı, tarımı, bilimi, adaleti, ekonomisi nasıl bir gelecek isteniyorsa ona göre biçimlendirilir.
Tüm bunlarla ilgili politikalar ve garantili “yap-işlet-devret”ler, faizler, amansız vergiler, açık bütçeler, madencilik, göçmenler, halkın ve ülkenin yoksullaştırılması, diyanetin, tarikatların zenginleştirilmesi, istenen gelecek böyle olduğu içindir.
2017’deki anayasa oylamasından önce yazmışım:
“16 Nisan’daki halk oylaması, 1923’ten beri kursağındaki projesini gerçekleştirmek için saldıran emperyalizmin en tehlikeli adımı.
O günden bugüne senin aklını çelmek isteyenler hep vardı ama bu dönemin işbirlikçileri yaman.
Nâzım Hikmet’i bilirsin, destanını yazmıştı senin.
Sarışın kurdun insanın insana kul olmadığı bir arayışın önderi olduğunu, senin padişahın kulu değil memleketinin yurttaşı olman için çabaladığını anlatmıştı.
Yıllar boyu seni düşman ettiler Nâzım Hikmet’e.
Oysa o, insanlar ‘bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine’ yaşasın istiyordu.
Ecdat masallarıyla şimdi seni insan olmaktan çıkarıp kul etmeye çalışıyorlar yeniden.
Seni bilgisiz bırakmaları, sadakaya muhtaç kılmaları işte bunun içindir.
Kralların kulu olmanın insana yakışmadığını öğrenmedin mi tarihten?
Anadolu’nun 19. yüzyıldan beri sürdürdüğü hasta adam Osmanlı’yı özgür insanlardan oluşan çağdaş bir topluma dönüştürme sevdasının derin bir yara almasına izin verme.
Sen ki vatanı satan sultanlara posta koyup çoban ateşleri yakansın.
Laik Cumhuriyetimizi emperyalizmin çöplüğüne dönüştürmek isteyenlere dur de.
Haydi, ‘gayrık yeter’ de, ‘hayır’ de ki rahat uyusun Mustafa Kemal Atatürk.
Kul değil insan gibi yaşasın çocukların, torunların, sen de...”
KURTULUŞ SAVAŞI DESTANI
Nâzım Hikmet, Nutuk’u (Söylev) okuyarak 1939’da İstanbul cezaevinde başlayıp Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 1941’de bitirdiği, Kurtuluş Savaşı Destanı adıyla ancak 1965’te Yön Yayınları’nca yayımlanabilen destanını “Onlar” şiiriyle başlatıp bitirmişti:
“Onlar ki toprakta karınca,/ suda balık,/ havada kuş kadar/ çokturlar;/ korkak,/ cesur,/ câhil,/ hakîm/ ve çocukturlar/ ve kahreden/ yaratan ki onlardır,/ destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.”
Destanın Nurettin Eşfak’ın Bir Mektubu ve Bir Şiiri başlıklı Dördüncü Bap’ı şöyle biter:
“Bak, tam sana bunları yazarken/ asker geçiyor sokaktan:/ Yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak/ Meclisin önüne doğru iniyorlar/, İstasyona gidecekler.
Ve türkü söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi,/ sesini incelterek marş okuyor genç Türk köylüsü:/ ‘Ankara’nın taşına bak,/ gözlerimin yaşına bak...’
Yüzleri mühim, dalgın ve yorgun./ Tıraşları uzamış biraz./ Elleri büyük ve esmer./ Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.
Yine birdenbire Yunus Emre geldi aklıma./ Başka türlü anlıyorum ben Yunus’u:/ Bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü:/ Öte dünyaya dair değil,/ bu dünyaya dair kaygılarıyla.
Bir şiir yazdım, garip bir şiir, ‘Türk Köylüsü’ diye…”
Türk Köylüsü:
“Topraktan öğrenip/ Kitapsız bilendir/ Hoca Nasreddin gibi ağlayan/ Bayburtlu Zihni gibi gülendir./ Ferhat’tır/ Kerem’dir/ Ve Keloğlan’dır./
Yol görünür onun garip serine,/ analar, babalar umudu keser,/ kahbe felek ona eder oyunu./ Çarşambayı sel alır,/ bir yâr sever el alır,/ kanadı kırılır/ çöllerde kalır,/ ölmeden mezara koyarlar onu.
O, ‘Yunus’u biçâredir/ Baştan ayağa yâredir’,/ ağu içer su yerine./ Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine/ ve bir kerre vakterişip/ ‘-Gayrık yeter!’ demesinler./ Bunu bir dediler mi,/ ‘İsrafil surunu urur,/ Mahlûkat yerinde durur’,/ toprağın nabzı başlar/ onun nabızlarında atmağa./ Ne kendi nefsini korur,/ ne düşmanı kayırır,/ Dağları yırtıp ayırır,/ kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa…”
Türk köylüsü bugünün genci, kadını, yurttaşı, yurtseveri, yurdudur, Türkiye’sidir.