Size kalbimi bıraktığım Urfa’yı, Mardin’i, Göbeklitepe’yi yeniden yeniden anlatmak isterdim...
Sizlerle, enerjisi, yaratıcılığı, ustalığı her daim yükselen ve bu yıl boyunca sahnedeki 60. yılını, Dostlar Tiyatrosu’nun 50. yılını kutlayan; “Bir Delinin Hatıra Defteri”, “Yaşamaya Dair”,“Merhaba” oyunlarını, Türkiye’nin her köşesine (ve de yurtdışına götürerek) kutlayan “Genco Erkal Mucizesi”ni yeniden yeniden paylaşmak isterdim...
Daha neler neler anlatmak, paylaşmak isterdim... Ama imkânsız...
İmkânsız, çünkü özgür değilim.
İmkânsız, çünkü utanırım.
Çünkü yanı başınızda birileri ölürken, aileleri işkencedeyken kahkahalarla gülmek gibi bir şey olur...
Bunu yapan ne çok gazeteci, ne çok gazete var... Hiç utanmadan yapan, görmezden, duymazdan gelen...
İçimden haykırmak geliyor: Eyyy, duymadınız mı! Görmediniz mi!
Musa Kart, Güray Öz, Hakan Kara, Önder Çelik, Mustafa Kemal Güngör, Emre İper yeniden hapse girdiler.
Neden mi girdiler? Hukuki ya da hukuk dışı nedenleri sizler nasılsa bol bol dinlediniz, okudunuz.
FETÖ ile ilişkisi olduğu ileri sürülen bir tur şirketine telefon etmek... Telefonlarında olmayan ByLock uygulamasıyla suçlanmak... Açlığını bastırmak için aradığı pidecinin, evine tadilat için aradığı parkecinin FETÖ ile bağlantılı olduğunun sanılması; vb. gibi gülünç, acı, kahredici, trajik, utanç verici pespayelikleri bir yana bırakırsak...
Suçlamalarda yüzlerce kez “tweet”, yüzlerce kez “haber” sözcüğünün geçtiğini aklımızın bir köşesinde tutarsak...
Bence şu nedenlerle hapse girdiler:
Türkiye’de yaşadıkları, çalıştıkları, işlerini en iyi biçimde yapmaya çalıştıkları için.
Bu ülkede muhalif olmak “suç” oluşturduğu için...
Bu ülkede adaletin yerini “bedel ödetme” aldığı için...
Bu ülkede kadın öldürmek, hayvanları sokak ortasında katletmek, çocuklara tecavüz etmek serbest ama tweet atmak kabahatlerin en büyüğü olduğu için...
Linç etmek, toplu katliam yapmak, yumruk atmak cezasız kalabilir ama, iktidarı eleştirmek asla!
Kaba kuvvet, şiddet mubah; düşünme, sorgulama, eleştiri günah sayıldığı için...
Bu ülkede kendi suçlarını örtmenin en kolay yolu, kendi gibi düşünmeyeni suçlamak olduğu için...
Ülkemizde yargı, yasama ve yürütme bağımsız olmadığı için...
Bir tek yalan haberle, tek sahte tanıkla, insanlar suçlanabildiği için...
Bir yalan tekrarlana tekrarlana, kamuoyunun algısını değiştirebildiği için...
Hiçbir ama hiçbir uzmanlık alanı olmayan ve yetersiz herhangi birileri bilirkişi ilan edildiği ve bu bilgisiz bilirkişilerin raporları ciddiye alındığı için...
Bir zamanlar yere göğe oturtamadıkları, sofrasında ayağının dibinden ayrılamadıkları, sayesinde palazlandıkları, “Hocaefendi” diye taptıkları kişinin savcıları, hâkimleri, bir yandan “FETÖ’cülükle” suçlanırken, bir yandan da gazetecilerin davalarına baktıkları için...
Aynı sözü söyleyen kişilerden; aynı manşeti atan gazetelerden; aynı yorumu yapan yazarlardan kimilerini “suçlu”, kimilerini “kahraman” ilan eden ikiyüzlü bir sistem yürürlükte olduğu için...
Riyakârlığın ve vicdansızlığın sonu olmadığı için...
Bu ülkede iktidardakileri aslana kaplana, koça benzetmek varken, gaflet ve delalet içinde yün çilesine dolanmış kediye benzetmek gibi bir “vatan hainliği” yaptığınız için... Hapistesiniz dostlar!
Biliyorum hapistekiler sadece “bizimkiler” değil... Son sayılara göre 140’ı aşkın gazeteci ve yazar hapiste... Necati Doğru dünkü yazısında Sözcü ve Cumhuriyet davalarının, açılışları, görevlendirilen savcıları, bilirkişileri arasındaki benzerlikleri vurgulayıp, Musa’ya, Güray’a sesleniyordu: “Kandıra’da yer ayırın, geliyorum” diye!
Daha çok hapishane, daha çok hapishane yapmaları gerek ama işte İstanbul Havaalanı yüzünden hapishane inşaatları geriledi!!!
“Hapistekiler yalnız değil” demeye bile utanır olduk artık...
Bir ülkede haksız yere bir insan hapisteyse, hiçbirimiz özgür değiliz demektir.
Hiçbirimiz özgür değiliz
Yazarın Son Yazıları
O, Nermin Abadan Unat. Neden mi ona minnet borcumuz var?
Sabiha Sertel (1895-1968) ve Zekeriya Sertel (1890-1980). Osmanlı’nın sonu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında duygu ve düşünce dünyamıza sonsuz katkılarda bulunmuş bu iki önemli ismi bu ülkede yaşayan herkesin, hele hele gazeteciliği meslek edinmiş her insanın çok yakından bilmesi gerekir.
O kadar güzeldi ki tadı damağımda kalmıştı.
Bir yanımda yaratıcılık, bir yanımda yok edicilik. İkisi de çekiştirip duruyor iki kolumdan.
Duvardaki dev afişten fırlayıp kucaklaşacakmışız gibi bana bakan genç kadın, Suna Pekuysal.
Dünkü gazetemizde, “Korkma Biz Kadınız!” başlığını görmek çok hoşuma gitti.
Çocuklarımız için neler neler yapmayız ki...
Ülkemin hapishaneler coğrafyasından sık sık mektup gelir.
Neredeyse 30 yıldır Hakan Erdoğan Prodüksiyon “Bach İstanbul’da” başlığıyla klasik müzik konserleri düzenler.
Oktay Ekinci... Bu isim Cumhuriyet okurlarının hiç ama hiç yabancısı değil.
Paris ve sonbahar.
“Ve sonunda Joan Baez hastalığı yendi, sağlığına kavuştu!”
“Hava kurşun gibi ağır/ Bağır bağır bağırıyorum/ Koşun. Kurşun eritmeye çağırıyorum...”
Cumhuriyetin 102. yıldönümünü dün kutladık.
Ege’nin ortasında bir sabah...
Daha 29. Uluslararası İstanbul Festivali başlamamıştı.
Prag Tiyatro Festivali’nden ayağımın tozuyla dönüp tüm gördüklerimi sizinle paylaşmaya hazırlanıyordum ki sevgili arkadaşım Genco Erkal’ın sesi kulağımın dibinde bitiverdi: “Çekya’yı bırak önce Cihangir’e bak!”
Sevgili okurlar Prag’dayım.
Sabah 6.30’da kapı tekmeleniyor. Jandarma içeri dalıyor.
Bu yazının başlığı “Afife Jale Ödül Töreni’nin düşündürdükleri” olacaktı.
Olmayan suçlar... Yazılmayan iddianameler... Yazılıp uygulanmayan kararlar... Ve hukuk ile guguk arasında yaşamaya devam çabası... Tamam yakınmayı bırakıp sadede geliyorum.
Nasıl yaşamak bu! Kâh gökyüzünde kanat çırpıyoruz kâh en dipsiz kuyuların derinliğinde kayboluyoruz.
26 Eylül’de Ankara’da 93. Dil Bayramı’nı kutladık. Dil Derneği ve Çankaya Belediyesi’nin ortaklaşa etkinliği Yaşar Kemal’e adanmıştı.
“Sömürü bir bütündür. Bütün insan değerlerinin sömürülmesiyle, doğa değerlerinin hoyratça sömürülmesi bir arada gidiyor. Türkiye toprakları yıkıma uğratılıyor, hopur ediliyor. Biz Türkiye üstünde mirasyedileriz. Yıkımımızdan Türkiye’nin hiçbir insanı ve doğa değeri kurtulamıyor.”
İstanbul dolu dizgin.
15 Eylül, arkadaşımız, yoldaşımız, omuzdaşımız, ülkemin en aydın, en dürüst, en yararlı, en barışçı insanlarından Hrant Dink’in yaş günüydü.
Bundan önceki yazım şöyle bitiyordu: “Yeryüzü muhteşemdi. Türkiye’nin asla uygarlıktan, yaratıcılıktan, aydınlıktan ve gelecekten vazgeçmeyeceğine dair umutlarımız tazeleniyordu.”
Elbe Nehri’nin kıyısında görkemli mi görkemli o yapı bir mucize gibi yükseliyor.
Hafta içinde hapisteki iki çok değerli insanımıza yine uluslararası ödüller verildi.
Bunalıyorsunuz, kahroluyorsunuz, her yerde haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik diyorsunuz...
Bu başlığı yazdım. İstanbul’da bir haftadır süren o muhteşem coşkuyu paylaşacağım diye düşünürken birden bir suçluluk duygusuna kapıldım.
Edremit Kitap Fuarı’ndayım...
Diyanet İşleri Başkanlığı suç işliyor.
Adaletten eğitime, sağlıktan beslenmeye, her şeyin sahtesine, zehirlisine mahkûm edildiğimiz, yalanlarla kuşatıldığımız şu günlerde kimi alanlarda hakikatle, sahici olanla karşılaşmak iyi geliyor insana.
Son yıllarda adeta Bodrum’un kültür markasına dönüşen Uluslararası Bodrum Bale Festivali’nden söz edeceğim.
20. ve 21. yüzyıl tiyatrosuna damgasını vuran dâhi Robert Wilson tedavi olmak istemeyerek New York Long Island’da kurmuş olduğu Watermill Eğitim ve Üretim Merkezi/okul/ müze/kültür merkezinde son ana dek çalışarak 31 Temmuz’da öldü.
Metin Sözen: (24 Mayıs 1936, Harput, Elazığ-31 Temmuz 2025, İstanbul)...
Yılın belki de en sıcak gününde deniz kıyılarını bırakıp Milas’ta kapalı bir mekânda bir sergi görmeye gideceğimi söyleseler pek inanmazdım.
“Ayakucumda deniz, kaynayarak yanan bir zümrüt, sonra mavi, sonra menekşe, ne var ki üzerine tuzla buz edilmiş milyonlarca ayna parçaları yağmış, alev alev yanıyor, çakıyor, çakıntıdan göz alıyor.”
Altan Öymen aramızdan ayrılıp sonsuzluğa göçerken bile hepimize bir ders verdi...