Nasıl yaşamak bu! Kâh gökyüzünde kanat çırpıyoruz kâh en dipsiz kuyuların derinliğinde kayboluyoruz. Bilinmezler labirentinin karanlığında el yordamı, kalp çırpınışıyla yolumuzu bulmaya çalışıyoruz.
Acaba bugün hangi korkunç olaylarla karşılaşacağız, kapısı tekmelenerek açılıp kimler gözaltına alınacak diye uyanıp, her saniye bir başka yana savrulup sarsılıyoruz.
DENİZDE
Eylül boyunca heyecanla, merakla, umutla Sumud filosunu izledim. Barselona’dan yola çıkıp Gazze’ye ilerleyen filo, sivil eylemcileri, yardım ve umut taşıyor. Uluslararası dayanışmanın simgesi. Tehdit altındalar, bombalandılar, zarar gördüler, yine de yoldan dönmüyorlar.
Bu yazıyı yazarken filonun tehlikeli sulara girdiği, 50 mil uzaklıkta bir İsrail donanması gemisinin saptandığı, teknede herkesin can yelekleriyle beklediği bildirildi. Siz bu yazıyı okuduğunuzda başlarına çok şey gelmiş olabilir.
Bu kaygılar içindeyken, üç gün önce muhteşem bir doğa/deniz/ dayanışma/dayanıklılık/uygarlık simgesi ve geleneğine dönüşen bir etkinliğin tanıtımında ise çocuklar gibi şendim!
Boğaz kıyısında, denizin büyüsü, yelkenin heyecanı, Bodrum’un eşsiz ruhu, kültürlerin, dostlukların ve tutkuların kuşaktan kuşağa aktarıldığı harika bir deniz buluşması hakkında bilgiler alıyordum. Bu yıl 37. kez gerçekleşecek Maximiles Black The Bodrum Cup (20-25 Ekim) sadece bir yelken yarışması değil, kuşaktan kuşağa geçen bir kültür olayıydı. Yüzümüzü ağartan bu uluslararası şenliğin bu yılki teması sürdürülebilirlik kavramını da kapsayan “nesillerce”ydi.
KARADA
Yeryüzünün en muhteşem, en köklü kurumu Bolşoy Bale ve Orkestrası üç temsil için ilk kez geçen hafta sonu İstanbul’daydı. Dev orkestrası ve dansçılarıyla 350 kişilik bir kadroyla. “Romeo ve Juliet”te orkestrayı efsanevi Şef Valeri Gergiev, “Kuğu Gölü”nü ise Anton Grishanin yönetti. Kuğu Gölü’nü izleme şansım oldu. Ne mi düşündüm?
Ben bir rüya gördüm. Bembeyaz, muhteşem bir rüya. Yeteneğin, yaratıcılığın, çalışmanın, disiplinin, mükemmeliyetin, güzelliğin doruğuna ulaşmış büyülü bir rüya.
Yeryüzü her zamankinden daha güzel, insan harikulade bir yaratıktı. Gücü, yeteneği, ustalığı sınır tanımıyordu. Sonra... 2.5 saatin sonunda AKM alkışlarla dakikalar boyu sarsılınca... Rüya değil gerçek olduğunu anladım. Kültür Bakanlığı’nın Kültür Yolu Festivali çerçevesinde Çaykovski’nin ölümsüz eserini ustaların da ustasından izlemiştim. Rüya hâlâ sürüyor.
Ve tam da o günlerde Rusya ile kültür ilişkilerimiz doruktayken (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestramız Moskova ve St. Petersburg’da konser verecek), Trump efendi kükremez mi: Rusya’yla ilişkileri kes! Gazı da sazı da uçağı da ondan değil benden al! (Emirleri de benden al demiş olabilir mi?!)
Haydiii! Buyurun bakalım! Kapitülasyonlar Osmanlı’da kalmadı mı! İktidarın “meşru” sayılabilmesi için ABD yönetiminden icazete muhtaçsak vah halimize.
HAVADA
Önceki akşam Tiyatro Eleştirmenler Birliği’nin (TEB) 32. ödül töreni vardı. Bu yıl TEB Onur Ödülü’nü bana verdiler. Çok sevindim ve gururlandım. Sonra her alanın en iyilerine gitti ödüller.
Hepsi yaşça ve ruhen çok gençti. Kadıköy Alan’da gençlerin havasında özgürlük vardı. Havada enerji ve sinerji, bir de sıcacık vardı. Havada en çok tiyatronun özündeki muhaliflik vardı. Tiyatroya sevdalı o gençlerin, tüm güçlüklere karşın azmini, çabasını, coşkusunu görmek insana umut veriyordu.
Sansüre, baskıya, tehdide, yokluğa yoksulluğa direnerek hâlâ tiyatro yapılıyorsa... Büyük sermayenin korumasında dev prodüksiyonlar karşısında neredeyse sıfır bütçeyle tiyatro yapıyorlarsa onlar kahramandı.
Törendeki havada en çok dayanışma vardı. Onlar sayesinde iktidar başının anayasamızı yok sayan, Çamlıca Camisi’nden yaptığı cihat çağrısının ve onun emirleriyle gençlerin konserlerine, coşkularına, buluşlarına getirilen yasakların yarattığı şu son günlerin travması azalır gibi oldu.