Bir yanımda yaratıcılık, bir yanımda yok edicilik. İkisi de çekiştirip duruyor iki kolumdan. Arada parçalanmamak çok zor! Mücadeleden yorgun düşüyorum.
Yıldız Teknik Üniversitesi Davutpaşa Kampüsü’nde “Yıldızlı Ağaç” diye bilinen ağaç, gençler tarafından yılbaşı yaklaşırken süslenir. Kış soğuğunda bir yılbaşı ağacının ışıklarıyla neşelenmekten daha doğal ne olabilir ki? Bir güruh cihatçı, o ağacın dibine kezzap dökerek gençlerin coşkusunu söndürdü. Bunu da sosyal medyadan duyurdu. Bu düşmanlık bir ağaca mı, bir ışığa mı, neşeye ya da umuda mı?
Aynı ülkenin başka bir köşesinde ise bir kadın... Beyoğlu’nun orta yerinde yaşadığı vahşet, kelimelerin isyan ettiği türdendi. Tecavüz eden iki “insan suretinde yaratık”, yakalanmalarına rağmen serbest bırakıldı. Yani bugün sizinle benimle aynı sokaktan geçebilir, aynı otobüse binebilir, aynı karanlığa sinsice ortak olabilirler.
Aynı günlerde İstanbul’un seçilmiş belediye başkanının, milyonların cumhurbaşkanı adayının yargılanma sürecinin TRT’de naklen yayınlanması (Bahçeli ve Erdoğan’ın beyanlarına rağmen) TBMM’de AKP ve MHP oylarıyla reddedildi. (Şu son cümle ne çok gerçeği barındırıyor!)
Adalet neden karanlıkta seyreder? Gerçekler neden hep gölgede bırakılmak istenir? Neşeyi zehirleyen, kadınların can güvenliğini yok sayan, adaleti karanlıkta tutanlar... Nasıl bir ülke bu! Bu ülke, ağaçlarına kezzap değil, dilek bağlayan insanların ülkesiydi. Bu ülke, adaletin ancak ışıkta yeşereceğini bilenlerin ülkesiydi.
Sonra... Sonra...
TUTARSIZ TESİSATÇI
Sonra... Sonra... Karamsarlıkla yok olmamak için, ölmemek için evime kapanıp kucağıma yeni edindiğim kitabı alıyorum. Bir mücevher niteliğindeki kitabın adı “Tutarsız Tesisatçı”, yazarı Erdağ Aksel.
Bu isim sanatla yakından uzaktan ilgili olanlar için hiç yabancı değil. Çağdaş sanatın önemli temsilcilerinden Erdağ Aksel, aynı zamanda sayısız öğrenci yetiştiren bir hoca. Ben onun eserleriyle ilk kez Maçka Sanat’ta, daha sonra İstanbul Modern’de ve Nev Galeri’de karşılaştım. Her seferinde de kafamda (ve yüreğimde) binlerce soru oluşturmuştu.
Kitabı okudukça içimde biriktirdiğim sorulara yanıtlar buluyorum. Hani “kahve masası kitabı” (coffee-table book) genellikle sehpa üstünde “süs” diye duran bol fotoğraflı ve sanatçıya göre “pek de okunmayan” türde bir kitap olmasına karşın elime aldım ve her sözcüğü, her tümceyi damıta damıta, demlendire demlendire okudum. Tüm sanat yaşamını kapsayan kitabı, samimi, yalın, ukalalıktan bilgiçlikten çok uzak konuşma diliyle anlatıyor. Ayrıca çok da cesur. Tıpkı eserlerindeki gibi yazıda da risk almaktan korkmuyor. Okudukça, sadece kendi işlerine ilişkin değil, tüm çağdaş sanata ilişkin nice kafa karışıklığımı da giderilmesine yol açtı.
“Tutarsız Tesisatçı” okurken o kadar çok satırın altını çizmişim ki buraya hangisini alıntılayacağımı şaşırır durumdayım. Kitabı özetlemem gerekirse “Annesi onu heykeltıraş sanıyor ama aslında o bir tesisatçı” diyebilirim.
70’li yıllardan başlayarak önce “tutarsızlıklarını” anlatıyor, sonra tesisat kelimesinin İngilizce karşılığının “installation” olduğunu öğrendiğinde geçirdiği aydınlanmayı... Türkçede sanat terminolojisinde “enstalasyon” ya da “yerleştirme” diye kullanılıyor bu sözcük.
SOL OMZUNDAKİ HUYSUZ
Tamam kitabı kendi yazmış ama atölyesine kapanmış çalışırken sol omzunda oturmuş, onu hiç terk etmeyen, acımasız, nemrut, sözünü esirgemeyen bir eleştirmen var. Sürekli onunla tartışarak, kavga ederek ilerliyor kitap ve biz de bundan yararlanıyoruz.
Yanlış anlaşılmasın, Erdağ Aksel’in atölyesi, ürettiği eserler, sergileri arasında dolaşırken Michelangelo’dan Velazquez’e, Marcel Duchamp’tan Joseph Beuys’e sanat tarihinde ve çağdaş sanatta bir yolculuğa da çıkıyoruz. Öğrenmeyi öğrenmekten, resmi “okumaktan”, bakmayı bilmekten yeni yaklaşımlar karşısındaki tepkilerimize uzanıyoruz. (“Tutarsız Tesisatçı” kitabına Galeri Siyah Beyaz’dan ulaşabilirsiniz.)
Erdağ Aksel’in sol omzundaki huysuza son sözleri ise sadece sanatla iştigal edenlerin değil, herkesin ders alabileceği özellikler taşıyor. Yaratıcılığı (muhalifliği) sorgularken şunu vurguluyor:
“Sanat üretmek bir eylem iken, sanatçı olmak, içinde çoğu kez birçok klişe barındıran, inşa edilmiş bir kimliktir. Ben sanatçı olmayı değil, her zaman sanat üretmeyi amaçladım.”
Çocuk yaşından beri, “Ben bir şey olmak istemiyorum, sadece yapmak istiyorum” diye çırpınan benim gibiler için ne mutlu bir vurgu!
Bir yerlerde birileri hâlâ sanat üretiyorsa, kitaplar yazıyorsa... Birileri hâlâ zulme karşı çıkıyor, adaletin kapısını zorluyorsa... Bir yerlerde birileri hâlâ sessizliği değil, sözü seçiyor, korkuya değil cesarete yaslanıyorsa... Ne mutlu bize.