İç sıkıntısı

İç sıkıntısı

17.05.2025 04:00
Güncellenme:
Takip Et:

Umutsuzluk ölümcül sayılabilecek bir hastalıktır. Büyük iç sıkıntıları daha çok geçmişle değil gelecekle ilişkilidir. İnsan geçen günlerden çok gelecek günlere ilişkin kaygı duyar. Geçmiş, zaman zaman albenili olarak bile görünür. Hatta bugünün huzursuzluğundan kaçmak adına eskiye sığınmak küçük hazlar verir. Gelecekten korkmak daha masum dönemlere yönlendirir bizi. Geriye tutunulacak tek dal, “bir zamanlar” deyişi kalır, kimi zaman. Smokinli, viskili, purolu adamların süzdüğü pırıltılı, görkemli, ince cigaralı kadınlar, imkânsız tesadüfler, güzel müziklerle bezeli danslar, büyük aşklar, ille de mutlu sonlar iyileştiricidir. Nitekim iç sıkıntısının dibine kadar yaşandığı Anton Çehov’un İvanov oyununda da geçmiş kutsanır: 

“Ya da eskisi gibi gidip çalışma odanda, karanlıkta oturalım; bana sıkıntılarını anlat…Hani bir şarkımız vardı, ‘Çiçekler her bahar yeniden açıyor, ama mutluluk bir daha geri gelmez’ diye...” 

Zavallı Anna Petrovna hastalığına rağmen kocasının onu eskisi gibi sevmesini, onun iç sıkıntısından kurtulmasını çaresizce bekler, oysa İvanov aşkın kapısını çalmış, ruhsal olarak Anna’dan uzaklaşmıştır bile. 

***

Kierkegaard, “Sıkılmak bütün kötülüklerin anasıdır” der. Bizim gibi ülkelerde ise sıkıntı, toplumsallıkla ilişkilidir. Günler günleri izler, sıkılmanın içinden sıkılarak geçeriz. Sıkılma sanatının bütün incelikleri öğretilir. Hevesli öğrencilerizdir. Öğreniveririz.

Kaç yıl önce Kraucer usta yazmış: “Günümüzde hâlâ sıkılacak zamanı olup gene de sıkılmayanlar, hiç kuşkusuz sıkılmaya zamanı olmayanlar kadar sıkıcıdır.”

Bütün bunların ardından en azından sıkıcı değiliz, diye kendimizi avuturuz. Kalbimizdeki buhranı bir parçamız, organımız gibi taşırız. Boş yere huzurun anahtarını arayan çaresizler olarak dayanma gücünü bulmak adına yine sıkıntının kapısını çalarız. Bir döngünün başlangıcıdır sıkıntı. 

***

Sıkılmaktan başka şansı olmayan ölümlüler olarak gündelik yaşamın heybeti siyasetin buhranıyla eşleşerek bizi boğar. 

Ülkede adalet denilen sözcük özelliğini kaybeder, seçilmişler cezaevine atılır, elimiz böğrümüzde sıkılırız. 

Dolar çıkar. Filesini dolduramayan bir annenin içine içine akan gözyaşlarından taşarız. Fakirlik, çıtasını günbegün yükseltir; her gün çöpten yemek arayanların gözbebeklerindeki çaresizlik büyür. Buna karşın yatlarda, katlarda, yalılarda kaynağı belli olmayan zenginliklerini gözümüze sokanların edepsizlikleri çoğalır. Sıkılırız.

Adamın teki, elinde satır, kendinden boşanmak isteyen karısının boğazını kesip “Bana bir şey olmaz, üç beş yıl yatar çıkarım!” der. İki dirhem bir çekirdek, çizgili takım elbisesini giyip hâkim karşısına çıkıp gevrek “Namusumu temizledim” diye seslenir. Cezasına indirim üstüne indirim yağar. Sıkılırız. 

Her yerden irin akar, yolsuzluk, rüşvet ve mafya sözcükleri sıradanlaşır. Sıkılırız. 

***

İnsan kendi boşluğundan bile kovulur. Yorgun düşeriz. Attilâ İlhan’ın “Yorgunlar Sendikası” şiirinden bir buket yaparız hayatımızda: “Bir sendika çıkardım yorgunluğumuzdan/ adı üstünde yorgunlar sendikası/ iyimserliklerimizi duvarlara çarpıyorlar.” Sıkılırız. 

Sırayla hedef göstermeler çoğalır. Farklı bir ses çıkaranın kafasına vurulur. Olmadı terörist ilan edilir. Sıkılırız. 

Irkçılık ve milliyetçilik olgusu kılık değiştirerek kapımıza kadar ulaşır.  Takkeliler pantolon giyerek projelerini hayata geçirir. Sıkılırız.  

Eduardo Galeano yazmış: “Özgürlük benim ülkemde politik mahkûmların yattığı bir cezaevi, aşk, insanla otomobil arasındaki ilişki, devrim, mutfakta bir deterjanın yapabilecekleri, zevk, belirli marka yumuşak sabunun ürettiği bir şey...” Sıkılırız.  

***

Turgut Uyar’ın, “Ben hep sıkıntılıyım. Yani bir adamın canı sıkılır, o benim” dizelerinden taşarız. Sıkılan adamların, kadınların, çocukların sayısı katlanır, sıkıntıdan kentler, ülkeler yaparız. Sokaklarında dolaşırız hatta kurduğumuz ülkelerin. 

Öldürülen gazeteci Uğur Mumcu’nun davası için Mehmet Ağar adresinde bulunamaz. Sıkılırız. 

Bugüne kadar adalet mekanizması işletilememiş, ölen öldüğüyle kalmış, zaten ölüm hep -nedense- bize düşmüş. Bütün öldürülenler için dizilen tuğlalardan, geçtim duvarı, kocaman bir mezarlık örülmüş. Sıkılırız.

Ortadoğu’da Alevi katliamı sıradanlaşır. Sıkılırız. 

Devlet kurumlarında baskı, mobbing gibi kavramlar uygulama alanı bulur. Sıkılırız.

***

Şükrü Erbaş’ın, “Biz uzun uzun sıkılırız/ arkadaşlarımız da sıkılırlar ki bize gelirler” dizelerindeki kalabalık yok! Kıstırılmış hayatlarımızda, evlerimizde, bahçelerimizde yalnızız artık. Şenlik çoktan bitti, biz değil yüreklerimiz dağıldı. Bir boşluk zamanında yaşıyoruz. Herkes birbirini bir depremin artçısı kılıyor. Pazar günlerinin çamaşır kokusu bütün hayatlarımıza siniyor.

Yetkin tartışmaların uzağında umut sözcüğü yara alıyor.

Bize bizim bildiklerimizi anlatan soğuk yüzlerden sıkıldık. Projesizlikten sıkıldık. Çapsızlıktan sıkıldık. Sıkılmaktan sıkıldık.

Alabora olmuş teknemizin sığınacağı yeni bir ada gerek.

İnsan arayışını tüketirse ömür bitiyor.

Yaşamak istiyoruz be kardeşim! Sıkılmadan yaşayacağımız bir hayat istiyoruz!

Çok şey mi istiyoruz?