Onların adları söylenir söylenmez nasıl öldürüldükleri geliyor aklımıza. Çünkü her birinin katledilme yöntemi uğranan acımasızlığın akıl almaz boyutlarını ortaya koyuyor. Aralarında evladının gözü önünde boğazı kesileni mi ararsınız? Yoksa ağır işkenceler sonrasında defalarca bıçaklananı mı? Her birinin üzerinde denenen farklı öldürülme yöntemiyle, bedeni testere ile kesilerek parçalananı, bir varilin içinde yakılmaya çalışılanı, kafası duvara defalarca vurulanını düşündükçe altüst oluyoruz. Bir süre sonra gazetelerde üçüncü sayfa haberi oluyorlar sadece. Bu ülkede kadınlar katledilmeye devam ediyor. 2024 yılında tam 394 kadın şiddet kurbanı olarak yaşamından oldu. Bugüne kadar erişilen en yüksek sayı bu. Çünkü çok uzun zamandır yolda, sokakta, çarşıda, pazarda, evde, işyerinde, sosyal medyada güvende değil kadınlar. Uluorta gülmenin ayıp sayıldığı, yalnızca anne olmanın takdir edildiği, evde oturmanın meşrulaştırıldığı, bedeninin utanılacak bir nesne olduğu bir coğrafyada soluk almaya çalışıyor her biri. Dahası uğradığı şiddetle mücadele etmeye çalışan kadınlar, bir yandan da dertlerini önce ailelerine, sonra da çevrelerine anlatmada zorlanıyor, onların baskısından sıyrılmaya çalışıyor. Şiddet saklanacak, utanılacak, üstü kapatılacak bir unsura dönüşüyor. Bugün kadına şiddet kalın çizgilerle her şeyin önüne geçiyor. Oysa konuşmamız gereken sadece kadınların öldürülmeleri mi? Geleceğe ilişkin düşleri yok mu kadınların? Hayattan istekleri? Beklentileri?
***
Erendiz Atasü’nün “Kadınlar da Vardır” kitabındaki aynı adı taşıyan öyküsünde Servet, rahim kanseri teşhisi konulduğu anda yüzleşmeye girer kendisiyle. Eşine ve çocuklarına bir hayat adamasına rağmen, herbirinin yeni sürecinde bencilce bir tavır alacağına emindir. Servet kendini sorgularken doktoru Gülşen de ondan farklı değildir. Gülşen de evliliğinde, kocasının kendisini belli roller içinde benimsemesinden, gündelik yaşamda çocuklarına anne, erkeklik arzusunu karşılamada bir kadın objesi, evin hizmetkârı olarak görmesinden mutsuzdur. Erkeklerin sınırladığı dünyada farklı statüde, eğitimli eğitimsiz, varsıl yoksul, çalışan ev hanımı olsalar da yaşadıkları ortaktır. Bu ülkede kadınların umutları çalınmaktadır.
***
Henüz bir üniversite öğrencisiyken kuşağımın üstünde etkisi tartışılmaz olan “Pazartesi” dergisinin her hafta yeni sayısının çıkmasını bekliyordum. Clara Zetkin’den Anne Philips’e, Emma Goldman’dan Kate Millet’a uzanan çizgide okumalar yapıyordum. O yıllarda Türkiye, siyasetinde ilk defa “kadın başbakan” olgusunu yaşıyordu. Memleket Behice Boran, Rahşan Ecevit gibi parti başkanları pekâlâ görmüş, bir kadın başbakan deneyimini yaşamamıştı. Ama o kadın başbakan, kendi cinsine yönelik olumlu bir adım atmayı geçtim, kamusal alanda kendisine biçilen rol gereği kan kusturuyor, piyasacılığın, ferdiyetçiliğin ve milliyetçiliğin önünü açıyordu. Sistemin ekonomik, kültürel, siyasal ve hukuksal alanda zapt ettiği kalelerini çoğaltmak için sadece erkek olmanın gerekmediği net bir biçimde ortaya çıkıyordu. Nitekim bu muhafazakârlıkla daha da güçlendi, erkek şiddetine maruz kalan kadınlara çığlık atmaları bile önerildi.
***
Bugün elimizdeki tek kazanım hukuksal düzlemde Cumhuriyetin ilk dönemi içinde yapılanlar olarak karşımızda duruyor. Laiklik ilkesinin fiilen ve hukuken hayata geçirilmesi bakımından Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı ile arasındaki gecikme süresinin telafisi, ekonomik gecikmesinin telafisine kıyasla çok daha hızlı oldu. Ancak şunu belirtmek gerekir, laikliğin toplum tarafından sindirilme sürelerini kapsamadığı için yetersiz kaldığı da ortada. Laiklik ile uluslaşma arasındaki doğru bağ, bize ümmet ideolojisinin yenilmesine dair önemli bir ders verir. Sonuçta bu destekle Latin harflerine geçildikten sonra eğitim seferberliğinin 10 yıl içinde okuma yazma oranının birkaç katına çıkmış olmasıyla, eğitim birliğinin sağlanması ve hilafetin kaldırılmasıyla, medeni kanunun kabulüyle ve laikliğin önce CHP programına ardından da 1937 yılında anayasaya girmesiyle de bu atılım bağlantılıdır.
***
Dünyada yeniden milliyetçiliğe bulanmış sosla ırkçılığın yükseldiği bir dönemde aydınlık dönemin onurlu mücadelesini yaşayan kadınların adları düşüyor önümüze. İşgal döneminde Sultanahmet Meydanı’nda Halide Edib Adıvar’ın ölümü pahasına yaptığı konuşmayı anımsıyoruz. Nezihe Muhiddin gibi tarih defterinden sildirilmeye çalışılan bir kadın mücadelesi öncüsünün direnişine tanıklık ediyoruz. Ülkemizde siyasal anlamda verdiği hak kavgasını düşününce Nakiye Elgün’ün adı bir bayrak gibi dalgalanıyor. Fatma Aliye’nin gözyaşıyla harmanlanmış her satırının ardında direncin çığlığı var. Halet Çambel’in, ilk defa olimpiyatlara katılan kadın eskrimcimizin, Hitler’in görüşme talebini reddetmesinin onurunu taşıyoruz.
***
Şunu hatırlatmakta fayda var: Aralarında az sayıda sistemin getirisini savunanlar çıksa da kız kardeşliği savunan, dünyanın her yerinde halayın başında kadınlar yer alıyor. Sahiciliğin, içtenliğin, doğallığın, karşılıksız sevginin, yalınlığın incelikli ezgisi onlardan yayılıyor dünyaya. Öldürülen dostlarımızın acısıylayız. Artık adları mezar taşlarında karşımıza çıkanlarız. Çünkü hep varız. El ele tutuştuğumuzda rüzgârız, birbirimizi sardığımızda çıplak bedeni örteriz, birlikteyken kurşun yarasına pansuman oluruz. Morarmış göze merhem, kilitlenmiş kapıya anahtarız.
***
Sizin uykularınıza gireriz yeri geldiğince... Ama bizim üzerimizden namus bekçiliğine soyunmanıza asla izin vermeyiz. Bu dünyada söyleyecek sözümüz, büyük yazarlardan, düşünürlerden, en önemlisi kendi coğrafyamızın mücadeleci kadınlarından aldığımız umudumuz hâlâ var. O yüzden yüksek sesle birbirimize seslenme erdemini gösteriyoruz:
Susmayın kızlar susmayın
Korkmayın kızlar korkmayın
Yalnız değilsiniz unutmayın!