20. ve 21. yüzyıl tiyatrosuna damgasını vuran dâhi Robert Wilson tedavi olmak istemeyerek New York Long Island’da kurmuş olduğu Watermill Eğitim ve Üretim Merkezi/okul/ müze/kültür merkezinde son ana dek çalışarak 31 Temmuz’da öldü. 83 yaşındaydı.
Tiyatro dünyasına bir bomba gibi düşen “Sağır Adamın Bakışı” adlı oyununu 1971’de Paris’te izledikten sonra bir daha hiçbir oyununu, sahnelediği hiçbir operayı, açtığı sergileri, verdiği konferansları kaçırmadım. (Einstein Plajda, Josef Stalin’in Hayatı, Argonotlar, Turandot, Gölgesi Olmayan Kadın vb.) Ve ne mutlu bana ki onunla çalışma, onu daha yakından tanıma fırsatı buldum. Ama önce birkaç satırbaşı:
- Teksaslı konuşma özürlü kekeme bir çocuktu. Belki de bu yüzden suskunluk, imgeler ve ışık onun en güçlü silahı oldu. Sözcükler yerine ışığı, renkleri, devinimi konuşturdu, sessizlikle çığlık attı.
- New York’ta önce yadırgandı. Avrupa sahnelerini fethetmesi için Fransa’da Nancy Festivali’ne gitmesi gerekti. New York’ta iki temsil sonrası kapanan ve 7 saat süren “Sağır Adamın Bakışı”, kısa sürede Avrupa sahnelerini tutuşturdu.
- O sadece tiyatrocu değil, aynı zamanda mimar, ressam, heykeltıraş, tasarımcıydı.
- Sahne olayını var edenlerin rollerini yeniden tanımlarken evrensel müdahalelerle, yazar, yönetmen, oyuncu, sahne tasarımcısı, ışık tasarımcısı işlevlerini üstlendi.
- Tüm eserlerinde disiplinlerarası bir dilin peşinde koştu. Bu nedenle her alanın ustalarıyla, Philip Glass’tan Barışnikof’a; Kudsi Erguner’ten Isabelle Hubert’e, Tom Waits’den Lady Gaga’ya işbirliği yaptı.
- Plastik sanatlar aracılığıyla imgeyi güçlendirdi. Müziği, dansı ve ışığı yüceltti. Müziği, operayı, tiyatroyu, dansı, devinimi, tüm plastik sanatları, mimariyle bir arada yoğurdu.
- Metinlerin yeniden okumalarla farklı katmanlarını ortaya çıkarırken sözle ses arasındaki ilişkiyi araştırdı.
- Her eseri aynı zamanda birer sentezdi. Çağrışımlara açık imgeler, seyirciye görmenin, duymanın, algılamanın sonsuzluğunu, sınırsızlığını ve seçim özgürlüğünü tanıdı.
ONUNLA ÇALIŞMAK
1999 yılında Bob Wilson’ın Watermill Kültür Merkezi’nde onunla birlikte çalışma fırsatını buldum. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali için “Anadolu Uygarlıkları” başlıklı bir proje gerçekleştirecektik ve yazar, dramaturg olarak beni seçti. Neden ben diye kendisine sorduğumda yanıtı şöyleydi: “Sen beni ve tiyatromu çok iyi tanıyorsun; nasıl çalıştığımı, nasıl bir tiyatro gerçekleştirmek istediğimi biliyorsun” demişti.
Teklifi hiç düşünmeden kabul ettim ve kendimi New York’ta o merkezde, Watermill’de buldum. Burada kalabalık bir koloni halinde yaşıyorduk. Farklı konumlardaydık. Bir kısmı Wilson’ın davetlileriydi ki bizim ekip öyleydi. Bir bölümü ise Wilson’ın çalışmalarına katılmak isteyen gençlerdi. Bu gençler yerleşkenin tüm işlerini yaparken maestronun çalışmalarını izliyor, üstüne de yüklü bir ücret ödüyorlardı.
Onunla çalışmak, cenneti ve cehennemi bir arada yaşamaktı. Özetle bizim projeyle ilgilendiğinde cenneteydim. Ama 12 proje üzerine aynı anda çalıştığından sıranın bize gelmesini beklemek cehennemdi. Bizim ekipte müzisyen olarak neyzen Kudsi Erguner ile Michael Galasso; asistan olarak Köken Ergun, proje koordinatörü Koza Gökbuket vardı.
Okumaktan nefret eden Bob Wilson’a “Anadolu Uygarlıkları”nı hap gibi birer paragrafla birkaç tümceyle veriyordum. O bunları alıp harekete, ışığa, şiire, dansa, müziğe dönüştürüyordu.
Boş alanda prova yaparken elinde buruşturduğu orta yere fırlattığı beyaz kâğıtlar “kuş olup” Bizans mozağinde ya da Selçuk kale duvarında yerini alıyordu. Yandaki çalılıktan kopardığı bir dalı Ege’nin zeytinliğine ya da bir ormana dönüştürüyordu. Her ışık bir fırça darbesi, her adım bir nota, her duruş bir haykırıştı. Mekânı ve zamanı her an yeniden yaratıyor, biçimlendiriyordu.
Çalışmalarında hiçbir şey rastlantı değildi. Matematik problemi çözer gibi her bakışı, duruşu, her devinimi inceden inceye ayarlıyordu.
Evet o bir büyücüydü. Sahnelediği her oyunda, her opera eserinde yeni bir alfabe, yeni bir dil yarattı. İstanbul’da sergilediği oyunları iki gün önce Dikmen Gürün yazmıştı. Ben tüm eserlerinde izlediği yolu özetlemek istedim. Maalesef Anadolu Uygarlığı tasarısı hayata geçmedi. Geçseydi günümüz politikacılarına müthiş bir ders olurdu!