Onu, Balaban’ı tanıdığımda, birbirimizi çok sevip kucaklaştığımızda sene 1969’du. 40 yılı aşkın bir süre geçmiş aradan. Onunla yaptığım ilk röportajın başlığı ilk kalem gördüğünde yaşadığı şaşkınlıkla ilgiliydi...
Köyüne ilk kez kâğıt kalem geldiğinde yedi sekiz yaşında ya var ya yoktu... Köyünden kente gidip Yunan heykellerini görüp “dünyasından geçtiğinde” 10, hapishaneye düştüğünde 16 yaşındaydı. Para cezasını ödeyemediği için hapis cezası 3 yıl uzatıldığında, çizdiklerine resim dendiğini; kendisinden başka da resim yapanların olduğunu öğrendiğinde 18.
Kendi anlatmıştı: Hep öte tarlalardaki öküzleri resimliyordu önceleri. “Aha bizim öküz yanı başında, onu da kâğıda geçiriver” dediğinde babası, “Olmuyor baba. O çok yakında, çok büyük, kâğıda sığmıyor”, diyordu “perspektif” sözünü hiç duymamış olan İbram Ali.
Ama İbram Ali’nin duymadığı, bilmediği daha çok şey vardı. Cezaevinde öğrendi, yaptıklarına resim dendiğini...
Kendinden başka, birinin daha resim yaptığını söylediklerinde, inanamadı önceleri, şaştı kaldı. Bu “biri”, Nâzım Hikmet’ti. Balaban’ın resim hocası, “Şair Baba”sı...
Günlerce onu izledi, sonra kendi koğuşuna gidip onun yaptıklarını tekrarladı. Günün birinde Nâzım Hikmet, Balaban’ın çizdiklerini gördüğünde, aralarında şöyle bir konuşma geçti:
“Sen hiç akademiye gittin mi?”
“Akademi nire ki?” (bilmediği bir köy olmalıydı...)
“Liseye?”
Utandı, sıkıldı Balaban, “Hayır.”
“Ortaokula?”
Daha çok ezildi, büzüldü. Şair Baba, şimdi kızacak diye korktu.
“Hayır. Bizim köyde ilkokulun yalnız üç sınıfı vardı...”
Şaşırma sırası şairdeydi. Ve o günden sonra “Dam” ikinci bir okul oldu Balaban’a.
“O öğretiyordu, ben öğreniyordum. Ama çizdiklerim bir türlü resim, tablo olmuyordu. ‘Neden’ diye sordum Şair Babama.”
Yaptıklarının resim olması için, çırağın usta olması için, ekonomi-politik, sosyoloji, felsefe öğrenmesi gerekiyordu. Onları da öğretti Şair Baba.
“Şair Babamla ikimiz buluşmadan önce, el yordamı ile arıyordum kendimi karanlıkta... İlkin onu buldu ellerim. O da alıp koydu beni kendi yerime.”
Köyünde, tarlada çalışan, öküz güden bir çocukken bilirdi ki “Çiçeğin rengi ve biçimi toprağından, ikliminden, doğasından gelir...”
Nâzım Hikmet Okulu’ndan mezun olunca da “tıpkı, çiçeğin, rengi biçimi gibi; sanatçının eserinin de toplumdan, halkının yaşantısından, doğasından tohumlandığını ve geliştiğini” hiç ama hiç unutmadı.
Verdiğin bu ders için sonsuz teşekkürler Sevgili Balaban... Işık içinde uyu.
Önceki gün Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’nda Balaban’ı sonsuzluğa uğurladıktan sonra, vakfımızın ikinci başkanı Özcan Arca, “Şu Nâzım Hikmet sadece çok büyük bir şair değil, aynı zamanda muhteşem bir simyacıymış” diyecekti.
Aynen öyle! Sen tut hapse düşmüş bir köy çocuğunun içindeki cevheri, yeteneği keşfet, emek ver, gönül ver, öküz güden tarlada çalışan çocuktan bir ressam yarat!
İyi ki böyle simyacılarımız, iyi ki böyle sanatçılarımız var...
‘Şair Baba’nın simyacılığı...
Yazarın Son Yazıları
Korkunç yoğun bir trafikte iki saat gitmeyi ve iki saat de dönmeyi göze alırsanız orada bulunduğunuz sürece müthiş keyiflenir ve “Yaşasın Tüyap Kitap Fuarı” diye haykırabilirsiniz.
O, Nermin Abadan Unat. Neden mi ona minnet borcumuz var?
Sabiha Sertel (1895-1968) ve Zekeriya Sertel (1890-1980). Osmanlı’nın sonu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında duygu ve düşünce dünyamıza sonsuz katkılarda bulunmuş bu iki önemli ismi bu ülkede yaşayan herkesin, hele hele gazeteciliği meslek edinmiş her insanın çok yakından bilmesi gerekir.
O kadar güzeldi ki tadı damağımda kalmıştı.
Bir yanımda yaratıcılık, bir yanımda yok edicilik. İkisi de çekiştirip duruyor iki kolumdan.
Duvardaki dev afişten fırlayıp kucaklaşacakmışız gibi bana bakan genç kadın, Suna Pekuysal.
Dünkü gazetemizde, “Korkma Biz Kadınız!” başlığını görmek çok hoşuma gitti.
Çocuklarımız için neler neler yapmayız ki...
Ülkemin hapishaneler coğrafyasından sık sık mektup gelir.
Neredeyse 30 yıldır Hakan Erdoğan Prodüksiyon “Bach İstanbul’da” başlığıyla klasik müzik konserleri düzenler.
Oktay Ekinci... Bu isim Cumhuriyet okurlarının hiç ama hiç yabancısı değil.
Paris ve sonbahar.
“Ve sonunda Joan Baez hastalığı yendi, sağlığına kavuştu!”
“Hava kurşun gibi ağır/ Bağır bağır bağırıyorum/ Koşun. Kurşun eritmeye çağırıyorum...”
Cumhuriyetin 102. yıldönümünü dün kutladık.
Ege’nin ortasında bir sabah...
Daha 29. Uluslararası İstanbul Festivali başlamamıştı.
Prag Tiyatro Festivali’nden ayağımın tozuyla dönüp tüm gördüklerimi sizinle paylaşmaya hazırlanıyordum ki sevgili arkadaşım Genco Erkal’ın sesi kulağımın dibinde bitiverdi: “Çekya’yı bırak önce Cihangir’e bak!”
Sevgili okurlar Prag’dayım.
Sabah 6.30’da kapı tekmeleniyor. Jandarma içeri dalıyor.
Bu yazının başlığı “Afife Jale Ödül Töreni’nin düşündürdükleri” olacaktı.
Olmayan suçlar... Yazılmayan iddianameler... Yazılıp uygulanmayan kararlar... Ve hukuk ile guguk arasında yaşamaya devam çabası... Tamam yakınmayı bırakıp sadede geliyorum.
Nasıl yaşamak bu! Kâh gökyüzünde kanat çırpıyoruz kâh en dipsiz kuyuların derinliğinde kayboluyoruz.
26 Eylül’de Ankara’da 93. Dil Bayramı’nı kutladık. Dil Derneği ve Çankaya Belediyesi’nin ortaklaşa etkinliği Yaşar Kemal’e adanmıştı.
“Sömürü bir bütündür. Bütün insan değerlerinin sömürülmesiyle, doğa değerlerinin hoyratça sömürülmesi bir arada gidiyor. Türkiye toprakları yıkıma uğratılıyor, hopur ediliyor. Biz Türkiye üstünde mirasyedileriz. Yıkımımızdan Türkiye’nin hiçbir insanı ve doğa değeri kurtulamıyor.”
İstanbul dolu dizgin.
15 Eylül, arkadaşımız, yoldaşımız, omuzdaşımız, ülkemin en aydın, en dürüst, en yararlı, en barışçı insanlarından Hrant Dink’in yaş günüydü.
Bundan önceki yazım şöyle bitiyordu: “Yeryüzü muhteşemdi. Türkiye’nin asla uygarlıktan, yaratıcılıktan, aydınlıktan ve gelecekten vazgeçmeyeceğine dair umutlarımız tazeleniyordu.”
Elbe Nehri’nin kıyısında görkemli mi görkemli o yapı bir mucize gibi yükseliyor.
Hafta içinde hapisteki iki çok değerli insanımıza yine uluslararası ödüller verildi.
Bunalıyorsunuz, kahroluyorsunuz, her yerde haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik diyorsunuz...
Bu başlığı yazdım. İstanbul’da bir haftadır süren o muhteşem coşkuyu paylaşacağım diye düşünürken birden bir suçluluk duygusuna kapıldım.
Edremit Kitap Fuarı’ndayım...
Diyanet İşleri Başkanlığı suç işliyor.
Adaletten eğitime, sağlıktan beslenmeye, her şeyin sahtesine, zehirlisine mahkûm edildiğimiz, yalanlarla kuşatıldığımız şu günlerde kimi alanlarda hakikatle, sahici olanla karşılaşmak iyi geliyor insana.
Son yıllarda adeta Bodrum’un kültür markasına dönüşen Uluslararası Bodrum Bale Festivali’nden söz edeceğim.
20. ve 21. yüzyıl tiyatrosuna damgasını vuran dâhi Robert Wilson tedavi olmak istemeyerek New York Long Island’da kurmuş olduğu Watermill Eğitim ve Üretim Merkezi/okul/ müze/kültür merkezinde son ana dek çalışarak 31 Temmuz’da öldü.
Metin Sözen: (24 Mayıs 1936, Harput, Elazığ-31 Temmuz 2025, İstanbul)...
Yılın belki de en sıcak gününde deniz kıyılarını bırakıp Milas’ta kapalı bir mekânda bir sergi görmeye gideceğimi söyleseler pek inanmazdım.
“Ayakucumda deniz, kaynayarak yanan bir zümrüt, sonra mavi, sonra menekşe, ne var ki üzerine tuzla buz edilmiş milyonlarca ayna parçaları yağmış, alev alev yanıyor, çakıyor, çakıntıdan göz alıyor.”