‘Şair Baba’nın simyacılığı...

13 Haziran 2019 Perşembe

Onu, Balaban’ı tanıdığımda, birbirimizi çok sevip kucaklaştığımızda sene 1969’du. 40 yılı aşkın bir süre geçmiş aradan. Onunla yaptığım ilk röportajın başlığı ilk kalem gördüğünde yaşadığı şaşkınlıkla ilgiliydi...
Köyüne ilk kez kâğıt kalem geldiğinde yedi sekiz yaşında ya var ya yoktu... Köyünden kente gidip Yunan heykellerini görüp “dünyasından geçtiğinde” 10, hapishaneye düştüğünde 16 yaşındaydı. Para cezasını ödeyemediği için hapis cezası 3 yıl uzatıldığında, çizdiklerine resim dendiğini; kendisinden başka da resim yapanların olduğunu öğrendiğinde 18.
Kendi anlatmıştı: Hep öte tarlalardaki öküzleri resimliyordu önceleri. “Aha bizim öküz yanı başında, onu da kâğıda geçiriver” dediğinde babası, “Olmuyor baba. O çok yakında, çok büyük, kâğıda sığmıyor”, diyordu “perspektif” sözünü hiç duymamış olan İbram Ali.
Ama İbram Ali’nin duymadığı, bilmediği daha çok şey vardı. Cezaevinde öğrendi, yaptıklarına resim dendiğini...
Kendinden başka, birinin daha resim yaptığını söylediklerinde, inanamadı önceleri, şaştı kaldı. Bu “biri”, Nâzım Hikmet’ti. Balaban’ın resim hocası, “Şair Baba”sı...
Günlerce onu izledi, sonra kendi koğuşuna gidip onun yaptıklarını tekrarladı. Günün birinde Nâzım Hikmet, Balaban’ın çizdiklerini gördüğünde, aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Sen hiç akademiye gittin mi?
Akademi nire ki?” (bilmediği bir köy olmalıydı...)
Liseye?
Utandı, sıkıldı Balaban, “Hayır.
Ortaokula?
Daha çok ezildi, büzüldü. Şair Baba, şimdi kızacak diye korktu.
Hayır. Bizim köyde ilkokulun yalnız üç sınıfı vardı...
Şaşırma sırası şairdeydi. Ve o günden sonra “Dam” ikinci bir okul oldu Balaban’a.
O öğretiyordu, ben öğreniyordum. Ama çizdiklerim bir türlü resim, tablo olmuyordu. ‘Neden’ diye sordum Şair Babama.
Yaptıklarının resim olması için, çırağın usta olması için, ekonomi-politik, sosyoloji, felsefe öğrenmesi gerekiyordu. Onları da öğretti Şair Baba.
Şair Babamla ikimiz buluşmadan önce, el yordamı ile arıyordum kendimi karanlıkta... İlkin onu buldu ellerim. O da alıp koydu beni kendi yerime.
Köyünde, tarlada çalışan, öküz güden bir çocukken bilirdi ki “Çiçeğin rengi ve biçimi toprağından, ikliminden, doğasından gelir...
Nâzım Hikmet Okulu’ndan mezun olunca da “tıpkı, çiçeğin, rengi biçimi gibi; sanatçının eserinin de toplumdan, halkının yaşantısından, doğasından tohumlandığını ve geliştiğini” hiç ama hiç unutmadı.
Verdiğin bu ders için sonsuz teşekkürler Sevgili Balaban... Işık içinde uyu.
Önceki gün Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’nda Balaban’ı sonsuzluğa uğurladıktan sonra, vakfımızın ikinci başkanı Özcan Arca, “Şu Nâzım Hikmet sadece çok büyük bir şair değil, aynı zamanda muhteşem bir simyacıymış” diyecekti.
Aynen öyle! Sen tut hapse düşmüş bir köy çocuğunun içindeki cevheri, yeteneği keşfet, emek ver, gönül ver, öküz güden tarlada çalışan çocuktan bir ressam yarat!
İyi ki böyle simyacılarımız, iyi ki böyle sanatçılarımız var...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları