Aşk - Delilik - Siyaset

13 Aralık 2013 Cuma

PARİS SONBAHAR FESTİVALİ DOLUDİZGİN
Kaç haftadır sizlerle Paris Sonbahar Festivali’nde izlediğim sanatsal etkinlikleri paylaşmaya çalışıyorum. Robert Wilson’un sahne büyüsüyle başladım, devamını getiremedim. Ülkemdeki olaylar izin vermedi... Sonbahar çoktan kara kışa dönüşse de devam diyorum:
Festival programında uluslararası topluluklar ön plandaydı. Doruk noktası Robert Wilson olsa da Brezilya’dan Japonya’ya, geniş yelpazeye yayılan programa çokkültürlülük egemendi.

Çokkültürlülük
Fransız eleştirmenlerin sevdiği İspanyol yönetmen Angelica Liddell’in yönettiği ve oynadığı “Wendy Sendromu” (Peter Pan’ı, büyümek istemeyen çocuğu düşünün) sahnede orgazmdan, kusmaya her tür doğallığa yer veren; kız çocuklarının büyürken yaşadıkları tüm sancıları içeren bir oyundu. Gençler bayıldılar ama bence 40 yıl önce “Living Theatre” bunun daha iyisini yapıyordu.
Brezilya’dan gelen Lia Rodrigues yönetimindeki “Pindorama” (Brezilyanın eski adı) muhteşem bir dans gösterisiydi. Seyircinin arasına dalan 10 kişilik topluluk, insan bedeniyle şaşılası tablolar oluşturuyordu. Koskoca boş alanı kâh bedenleriyle yeniden biçimlendiriyor, kâh izleyiciyle birebir ilişki kuruyorlardı. İstanbul Festivali’ne davet etmeyi düşünmedim bile; çünkü tüm dansçılar anadan doğma çıplaktı. Erotik değil estetik bir güzellikti. Doğaldı. Ama gel de bunu “genel ahlak” diye sanata ölçüt getirenlere anlat!
Athénée Tiyatrosu’ndaki tek kişilik Rablais’nin “Pantagruel” oyunu Benjamin Lazar’ın sıradan sahnelemesine karşın Oliver Martin-Salvan’ın oyunculuğu ve sahnedeki 2 müzisyen aracılığıyla yazarın dehasını yansıtmaya çalışıyordu. Bence yıllar önceki Mehmet Ulusoy’un “Pantagruel”ini aratır nitelikteydi.
Paris’te Feydeau salgını: Her kriz döneminde güldürü ve Feydeau yükselişe geçiyor. Genç yönetmen Zabou Breitman’ın sahneye koyduğu “Le Systeme Ribadier” mükemmel işleyen bir salon komedisiydi.

Bastille Operası’nda bir mücevher
Paris Ulusal Operası’nın iki salonu var: Biri klasik İtalyan barok görkemin doruğunu yansıtan Garnier Sarayı; öteki, modern Bastille Opera Salonu.
Bastille Operası’nda izlediğim Romantiklerin en romantiği, “Bel Canto” geleneğini taçlandıran Bellini’nin “I Puritani”, Paris günlerimin en muhteşem olayıydı.
Bellini, 34 yıllık kısacık yaşamına birbirinden güzel operalar sığdırdı. (“La Sonnambula”, “Norma”) “Püritenler”, son bestesi. 17. yüzyıl İngiltere iç savaşında siyaset ve aşk ilişkileri; konu bahane, baş karakter Elvira’nın 3 perde boyunca delilik, aşk ve ölüm arasında gidip gelmesi şahane! “Bel Canto” zaten “güzel şarkı söyleme” sanatı.
Michele Mariotti’nin abartısız ama müzikaliteyi vurgulayarak yönettiği Paris Opera Orkestrası ve Korosu... Dev sahnenin ortasına yerleştirilen dökme demir dantel gibi işlenmiş iki katlı saydam saray (Dekor: Fransa’nın parlayan dekorcusu Chantal Thomas)... Bu dekorun hem yatay hem dikey kullanılması, her döndüğünde farklı mekân oluşturması... Bunlar, eseri sahneye koyan Laurent Pelly’nin işini kolaylaştırmışı. Ama asıl önemlisi seslerin mükemmelliğiydi.
İtalyan genç soprano Maria Agresta’nın (Elvira) sesinin rengi, uzun soluğu, lirizmi, oyunculuk gücü... Karşısında Rus tenor, son yılların yükselen yıldızı Dimitri Korchak’ın (Arturo) ve Hırvat bariton Mariusz Kwiecien’in gözümüze ve kulağımıza yaşattıkları ziyafet... Koronun neredeyse bir başrol gibi bütünlüğü sağlaması, solistlerle ilişkisi... Bütün bunlar benim için Bellini’nin bu güzelim operasını eşsiz kılıyordu.  

 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları